11 Haziran 2013 Salı

AĞZINIZA KOYDUKLARINIZ VE DNA HASARI


AĞZINIZA KOYDUKLARINIZ VE DNA HASARI
İnsanlığın varoluşu süresince genlerimiz mevcut beslenme kaynakları ve yelpazesine uyum sağlamıştır ve gelişimimiz genlerimizin bu yeni beslenme yollarına kademeli olarak uyumu ile gerçekleşmiştir. İlk uyum sağlanan “yeni” besinler ise sütteki laktoz ve tahıllardaki gluten olmuştur. Avustralya Aborjinlerinin % 85 inin hala laktoz toleransı olmadığı halde İsveç’ te bu oranın sadece % 2 olması bu uzun süre maruz kalmaya bağlı uyumun bir göstergesidir.

Kolay ulaşılabilirliği ve ucuzluğu nedeniyle marketlerde satılan kimyasal karışımları insanlar “besin”olarak algılama yanılgısına düşmektedirler. Oysa ki gerçekte çiğnenebilen ve yutulan herşey besin değildir.

GENETiĞi DEĞiŞTiRiLMiŞ ORGANiZMALAR (GDO)

İnsanlar yüzyıllar boyunca bitkilerdeki renk, tad, ebat gibi arzu edilen fiziksel karakteristikleri taşıyan tohumları seçerek genetik özellikleri yükseltmeye çalışmışlardır. Fakat “yetiştirme” ile günümüzde besin adı altında satılan genetiği değiştirilmiş ucube ürünler arasında büyük farklar bulunmaktadır. Hibrid bitkiler kendi genetiklerini kendileri yaratmakta iken GDO lü ürünler ise insan mühendisliği tarafından yaratılmaktadır.

Araştırmacılar Ian F. Pryme ve Rolf Lembcke tarafından laboratuvar ortamında yürütülen çalışmalarda GDO lü ürünlerdeki genetik mühendisliğinin genom üzerindeki yüzbinlerce noktada geniş genetik mutasyon yarattığı belgelenmiştir. Laboratuvar ortamında yaratılmış besinler vücut hücrelerimiz tarafından tanınmamakta ve metabolizmada toksik birikimlere sebep olmaktadır. Bu birikim ise sindirim sistemi problemlerinden başlayarak bağışıklık sistemine uzanmakta ve sonunda tümör ve kanser anlamına gelmektedir.

iŞLENMİŞ OMEGA 6 YAĞ ASiTLERi VE TRANS YAĞ ASiTLERi

Endüstriyel gelişim sayesinde mısır, soya, kanola, aspir yaprağı gibi omega 6 zengini bitkilerin yağlarının işlenebilmesi ve beslenme düzenimize ilavesi insan vücudunun yüzbinlerce yıllık omega 3 ve omega 6 dengesini bozmaya başlamıştır. Günümüzde normal vücut fonksiyonlarımız için almamız gereken Omega 3 yağ asidi miktarının sadece 10 da 1 ini alabildiğimiz öngörülmektedir. Bu da bizlere toplum içerisinde kalp hastalıkları, kanser, insülin direnci, diyabet ve obezitenin neden yükselişe geçtiğini açıklamaktadır.

Hindistan’ da Ulusal Beslenme Enstitüsü moleküler biyologlarının yaptığı çalışmada trans yağların gen ekspresyonundaki etkileri araştırılmış ve insülin direncinin yükselmesine neden olan üç değişik gen ekspresyonu bulgulanmış, ayrıştırılmış toksik trans yağ asitlerinin yılda on binlerce koroner, kalp ve diyabet hastalıklarına yol açtığı açıklanmıştır.

ŞEKER

1820 lerde kişi başına yıllık şeker tüketimi ortalama 9 kilogram iken günümüzde bu rakam 68 kilograma çıkmıştır.

Şekerin vücudumuzda bıraktığı genetik “el izi” hakkında araştırma yapan epidemiyolog Lisa Giovanelli tarafından yürütülen sağlıklı yetişkinlerin katıldığı araştırmalarda basit formda şeker (asitli içecekler, şekerli içecekler, işlenmiş tatlılar, pastalar v.b) alımının lenfositlerin (kan hücresi) DNA sında yüksek oksidatif hasara neden olduğu görülmüştür.

YÜKSEK FRUKTOZLU MISUR ŞURUBU (HFCS)

1970 lerde endüstriyelleşme ile bulunan ucuz maliyetli mısır şurubu günümüzde gazlı içeceklerden fast-food ürünlerine kadar uzanan geniş bir yelpazede kullanılmaktadır.

HFCS nin en büyük sağlık riski bu şurubun beynimiz tarafından bir yiyecek ve kalori deposu olarak TANINMIYOR olmasındandır. Yüksek kalori içerdiği halde beynimiz hala aç olduğunu düşünmekte, metabolizmayı daha fazla yemek için yönlendirmekte ve bu zararlı kimyasal ilk etkilerini obezite olarak göstermektedir.

Gen ekspresyonu ise HFCS nin işlenirken ısıtılması sonucunda ortaya çıkan HMF (hidrometilfurfural) ile zarar görmektedir. Bu etki 2009 senesinde büyük yankı uyandıran “Arı Kolonileri” araştırması ile belgelenmiştir. Yıllardır birçok arı kolonisin ölmesi arı üreticilerinin az bulunan çiçek nektarı yerine arıları HFCS ile beslemesi nedeniyle gerçekleşmiş, yüksek dozda HMF nin gen ekspresyonunda yaratıığı hasar ile yok olma başlamıştır.

Gördüğünüz gibi DNA mızın hassas kompozisyon ve bütünlüğüne etki eden birçok beslenme ve oksidasyon dengesizliği bulunmaktadır. Epigenetik mekanizmalarımıza normal ve doğru beslenme stilimizi yeniden öğretmediğimiz sürece toksik maddeler ile bombardımana maruz kalmamız sonucunda sağlığımızı uzun süre korumamız mümkün olmayacaktır.

Zindelikler Dileriz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.