27 Aralık 2013 Cuma

KANSERDE AĞRI VE AĞRI KESiCiLER



Herkes olmasa da kanser tedavisi gören her üç kişiden birinin ağrı hissettiği görülmektedir. Eğer kanser nüksetmiş ya da yayılmış ise ağrı hissetme olasılığı daha da yükselmektedir. Kanserde ağrı kendisini farklı şekillerde göstermekte; belli belirsiz, acı verici ya da çok keskin olabilmektedir. Sürekli, aralıklı olarak ya da nadiren de olsa deneyimlenebilen kanser ağrılarına yol açan primer nedenler şunlardır;

Kanser ağrısı, kanserin kendisi ile ilgilidir; yani büyürken ya da komşu dokuyu yok ederken yaratabileceği bir ağrıdır. Bu ağrı kanserin ilk başlangıç bölgesinde hissedilebileceği gibi bir metastaz halinde, sıçramış olduğu dokularda da hissedilebilir. Tümör büyüdükçe sinirler, kemikler veya organlara uygulayacağı basınç bir ağrı nedeni olacaktır. Bu fiziksel etkileşim dışında kanser ağrısına tümörün yayabileceği bazı kimyasallar da yol açabilmekte ve bir kısım kanser tedavi metodları bu tarz ağrılar üzerinde etkili olabilmektedir.

Kanser tedavileri – Cerhahi müdahale, Kemoterapi, Radyoterapi – bir başka potaniyel kanser ağrısı kaynağıdırlar. Cerrahi müdahale acı verici ve uzun bir iyileşme sürecine ihtiyaç duayarken, radyasyon bir yanma hissi ve yine acı verici yara izleri bırakabilmekte, kemoterapiye bağlı ağrılar ise yan etkilerden – sinir hasarları, ağız yaraları, v.b. - kaynaklı oluşabilmektedir.

“Yeterli Derecede Ağrı Tedavisi Görememenin Nedenleri Neler Olabilir?” diye sorulduğunda alttaki bilgilere ulaşılmıştır;

1* Doktorların Ağrı Olup Olmadığını Sorma ve Uygun Ağrı Kesici Önermedeki İsteksizlikleri:
Doktorlar bir ağrı kesici reçetelendirilmesine durumun suistimal edilebileceği kaygısı ile düşünceli yaklaşabilmektedirler fakat kanser hastalarında bu konunun suistimale uğramadığı belirlenmiştir. Bu konuyu belirtmeniz ve eğer size en uygun ağrı kesici konusunda doktorunuzun şüpheleri var ise, kendisinden sizi bir ağrı uzmanına yönlendirmesini talep etmeniz olumsuz bir davranış olmayacaktır.

2* Hastaların Ağrıları Hakkında Konuşma İsteksizlikleri:
Bazı hastalar doktorlarını gereksiz yere ağrı konusu ile meşgul ettiklerini düşünerek, bazıları ağrı artışının bir nüksetme habercisi olabileceğinin korkusu ile, bir kısım hasta ise başkalarının kendisini devamlı yakınmakta olan biri gibi görmemesi için ağrılarını raporlamakta isteksiz ve gönülsüz davranmaktadırlar. Basit ve doğru olan şudur; eğer kanser hastası iseniz ağrınız olabilir ve ilgilenilmesi şarttır.

3* Bağımlılık Korkusu:
Bilinen istatistiki veriler ağrı kesicileri ağrınız olduğu için kullandığınız ve gereksiz yere almadığınız sürece bağımlılık oluşma ihtimalinin çok düşük olduğunu göstermektedir. Fakat yüksek güçlü ağrı kesicileri doktorunuzun reçetelendirdiği dozajın üzerinde ve ağrınız yokken de kullanıyorsanız, bağımlı olma olasılığınız da bulunmaktadır.

4* Yan Etkilerinden Korkmak:
Bazı hastalar ağrı kesicilerin kendilerinde uyku hali yaratabileceğini, aile ve arkadaşlar ile olan ilişkilerini etkileyeceğini, bağımlı gibi görüneceklerini veya ağır ağrı kesicilerin hayat beklentilerini kısaltacağını düşünmektedirler. Gerçekte ise bu konuların hiçbirinin - kullanım doğru dozlarda gerçekleştiği takdirde – oluşabildiğini belgeleyen bir kanıt bulunmamaktadır. Çok ağır ağrı kesicilerin ilk kullanımlarda biraz uyuşukluğa yol açtığı görülüyorsa da bu yan etki bir süre sonra yavaş yavaş kaybolmaktadır.

Ağrı kesicilerin bir kısmının kendisine özgü farklı yan etkileri bulunabileceğinden dolayı kullanım öncesi doktorunuzdan tam bir bilgi almanız gereklidir. Kabızlık, kuvvetli ağrı kesicilerin bir yan etkisi olabilmekte fakat doktorunuz tarafından bağırsaklarınızın çalışmasına yönelik metodlar ile üstesinden gelinmektedir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, kuvvetli ağrı kesicilerin bir diğer yan etkisi olan uyuşukluk ve zihin karışıklığı ise ilk birkaç dozdan sonra – belirli bir doz ağrı kesicinin metabolizmanızda sürekli kalmasına bağlı olarak – kaybolmaktadır. Zannedildiği şekilde halusinasyon görme ya da kişilik değişimlerine yüksek dozlarda bile çok nadir rastlanmaktadır.

Önemli konu; bir kanser hastası için daha az etkili ve genel kullanıma yönelik bazı ağrı kesici türlerinin aslında daha büyük yan etkilere neden olabileceğinin bilinmesidir. Yüksek dozlarda kullanılan genel amaçlı ağrı kesicilerin böbreklere ve karaciğere hasar verebileceği, ülsere neden olabileceği, tansiyonu yükseltebileceği ve mide/bağırsak kanamasına yol açabileceği bilinmeli ve doktorunuzun önerisi olmadan kullanılmamalıdır.

Ağrılarınızın şiddeti ne olursa olsun doktorunuza raporlamanız gerekmektedir. Gelip geçen çok ufak bir ağrı hakkında üzülmeniz gerekmese de ağrı kalıcı ve hayat kalitenizi ya da verimliliğinizi etkileyecek şiddette ise vakit geçirmeden araştırılmalı ve tedavisine başlanmalıdır. Ağrının oluştuğu bölge, varsa hangi şartların tetikleyebildiği, hangi şartlarda daha kötüleşebildiği (ya da iyileşebildiği) hakkında notlar tutmak ve farklı ağrıların şiddetini 0 ile 10 arasında bir değer ile kaydederek doktorunuz ile paylaşmak yardımcı olacaktır. Kullandığınız herhangi bir ağrı kesicinin etkisini belirtmek ve deneyebileceğiniz masaj, soğuk ya da sıcak torbaların etkileri gibi fiziksel koşulların sonuçlarını paylaşmanız da oldukça önemlidir.

Hedefiniz doktorunuzun uyguladığı ağrı tedavisi ile konforlu bir yaşama ulaşmak ve yeterli bulmadığınız zaman doktorunuz ile yeni bir plan üzerinde konuşmak olmalıdır. Hayatınıza mizah katmak, akupunktur, akupresür, meditasyon, diğer rahatlama teknikleri ve fizik tedavi de destek olabilecek çözümler arasındadır.

Zindelikler Dileriz..

23 Aralık 2013 Pazartesi

ŞEKER – MEME KANSERi iLiŞKiSiNDE ÇOK YENi BiR “METABOLiK” ARAŞTIRMA



On yıllar boyunca kanser araştırmalarının gölgesinde kalan “metabolizma” odaklı araştırmalar sonunda çok değerli bir bilgiye ulaşılmasını sağlamıştır. Meme kanseri konusunda uzman bir otorite kabul edilen “Lawrence Berkeley National Laboratory – Life Sciences Division”, aerobik glikoliz yani oksijencil glikoz parçalanması veya oksijenin varlığında glikozun metabolize edilmesinin malign hücrelerin kanseröz aktivitesine bağlı olmayan tek başına bir kanseröz aktivite olduğunu kanıtlamıştır.

Araştırmacılar Mina Bissell, Yasuhito Onodera ve Ole Petersen, uzun bir seri analizler sonucunda artan glikoz alımının tetiklediği iki yeni patikanın diğer onkojenik patikaları tetikleyebildiğini kanıtlamış ve şeker almındaki dramatik artışın bir onkogenez nedeni olabileceğini açıklamışlardır.

Doç. Dr. Onodera, öncelikle meme hücrelerindeki glikoz taşıyıcı proteinlerin ekspresyonunu araştırmıştır. GLUT3 adlı glikoz taşıyıcıya odaklanıldığında, konsantrasyonun malign hücrelerde normal hücrelerden 400 kat fazla olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Çalışmada insan meme hücrelerinin 3-D kültür ortam gözetiminde yapılaşarak üremeleri ile malign hücrelerin tümör-benzeri kolonileşmesi incelenmiş ve GLUT3 taşıyıcıdaki aşırı ekspresyonun malign olmayan meme hücrelerinin doku polarizasyonunu bozarak kanseröz gelişime yol açtığı gözlemlenmiştir.Tersi de kontrol edilmiş, malign hücrelerde GLUT3 azalımının fenotipik bir ters yapılaşma ile onkojenik patikaları engellediği ve hücrelerin hala malign genom içerdiği halde malign değilmiş gibi davranabildikleri de ortaya çıkmıştır. Bu yeni araştırmanın tanı ve tedavide yeni metodlara yol açacağı hakkında olumlu görüşler bulunmaktadır.

Bu araştırma bizlere hipergliseminin görüldüğü obezite ve diyabet gibi hastalıklarda neden meme kanseri riskinin yükseldiğini açıklamakta, benzer şekilde; kan şekerini düşürücü özellikleri olan metformin gibi bazı ilaçların kanser riskini düşürebileceği hakkındaki bazı yorumların da daha detaylı araştırılmasını gündeme getirmektedir.

Resimlerde (courtesy of Berkeley Labs) insan meme hücrelerinin non-malign 3D kültürü (S1) ve malign kültürü (T4-2) glikoz metabolizmalarının 2-Deoksi D-Glukoz (2DG) ilavesi ile kısıtlanıp engellendiği görülmektedir. Şaşırtıcı bir şekilde; malign hücreler glikoz alımının bastırılması ile “normal” gözükmeye başlamış ve sol taraftaki non-malign hücreye benzemişlerdir. Araştırma sonuçları 19 Aralık 2013 tarihli "Biosciencetechnology" de yayımlanmıştır.

Zindelikler Dileriz…

19 Aralık 2013 Perşembe

KANSERE BAĞLI YORGUNLUKTA TAMAMLAYICI VE ALTERNATiF TIP ÖNERiSi; AKUPUNKTUR



Hastalar tarafından kanser tedavi süreci ve sonrasında hissedilen yorgunluk belirgin bir klinik problemdir. Yaygın olarak görülen ve sıkıntı yaratan bu semptom için farmakolojik müdahalelerin sınırlı bir yararı bulunduğundan birçok kanser hastası “Tamamlayıcı ve Alternatif Tıp” anlamına gelen CAM-Complementary and Alternative Medicine formlarından yararlanmaya çalışmaktadır.

Destekleyici kanıtlar bulunup bulunmadığına yönelik yapılan araştırmalarda farklı CAM müdahalelerinin kansere bağlı yorgunluğun yönetimindeki rölatif etkilerinin modern metodlar ile değerlendirilmesi amaçlanmıştır. Biyomedikal, bakımsal ve uzmansal CAM terapilerinin sistematik olarak araştırmalarında bu gruba girmeyen egzersiz, fiziksel aktivite ve bilişsel davranış terapisi gibi metodlar devre dışı bırakılmıştır.

Oxford Kalite Derecelendirme (OQS) skalası kullanılarak yürütülen çalışmalarda “3” altındaki skorlar düşük kalite ve yüksek oynama anlamına gelirken, üzerindeki skorlar kalitenin yükselmesi ve değişimin azlığı olarak düşünülmelidir. Gerçekleştirilen 15 çalışmanın 12 adedi Randomize Klinik Deneme (RCT) dir ve sıklıklar günlük çalışmadan haftada iki defaya, süreç 5 günden 10 haftaya uzayan aralıklar ile değişmektedir.

Buluntulardan çıkan en önemli öneri haftada 3 seanstan 2 hafta süreli Akupunktur’ un kansere bağlı yorgunluk üzerinde etkili olduğudur. Medikal Çigong ve Restoratif Yoga’ da bir dereceye kadar efektif görülmüştür. Masaj, Hipnoz ve Ginseng hakkında bazı kanıtlar olmasına rağmen metodolojik kalite yeterli görülmemiştir. Multivitaminler, Tibet Yoga’ sı ve Kademeli Kas Esnetme (PMR) ise kansere bağlı yorgunluk üzerinde etkisiz olarak belirlenmiştir.

Tüm çalışmalara rağmen elde edilen kanıtların daha güvenilir ve efektif olması için araştırma şiddetlerinin ve metodlama tarzının değiştirileceği yeni CAM araştırmaları planlanmaktadır.

Zindelikler Dileriz…

Çalışma: Alex Molassiotis, Jennifer Finnegan-John, Prof. Emma Rearn (Kings College, Londra), Prof. Alison Richardson (Southhampton Üniversitesi) : Eylül, 2011

18 Aralık 2013 Çarşamba

TEDAVi SÜRECiNDE iKiNCi GÖRÜŞ

 

İkinci bir doktorun görüşü tedavi sürecinize onay ve güven desteği sağlarken belki de yeni tedavi olasılıklarına ışık tutabilmektedir. Doktorunuz ise ikinci bir fikir alma isteğinize kırılmayacak ve birçok doktor gibi muhtemelen ikinci bir görüş almanız için sizi teşvik de edecektir.

İkinci bir görüş alacağınız uzmanı kendi doktorunuzun önermesini isteyebileceğiniz gibi farklı kaynaklar kullanarak bir başka randevu da ayarlayabilirsiniz. Fakat bu süreç tedavinizin başlangıç planlamasında bir gecikmeye yol açabilecek ise ilk doktorunuzu bu konudan mutlaka haberdar etmeniz ve uzun sürebilecek bir ikinci görüş sürecinin dezavantajları konusunda yorumlarını almanız gereklidir.

İkinci görüş almaya gittiğinizde yanınızda mutlaka tüm medikal kayıtlarınızı, rapor, CD ve imajlarınız bulundurunuz. Orijinal tarama sonuç ve CD leri ikinci bir görüş için raporlardan çok daha önemlidir çünkü doktorunuz bir başka meslektaşının yorumlaması yerine kendi kişisel yorumunu yapmak isteyecek, CD ve imajların yanınızda olmaması ikinci görüş ve tedaviye başlangıç sürecini daha da geriye atabilecektir.

Kafanızda ikinci bir görüşten beklediklerinizin açık olması gereklidir. İlk doktorunuzun önerdiği tedavi planının doğruluğunun onayını ya da olası diğer tedavi planlamaları hakkında bilgi sahibi olmayı bekliyor olabilirsiniz. Böyle durumlarda neden orada bulunduğunuzu ve kendisinin önerilerini ilk doktorunuz ile paylaşacağınızı açıklamanız çok uygun olacaktır. Çoğunlukla ikinci görüşler bir onay anlamını taşısa da eğer doktorlar arasında bir transfer düşünüyorsanız ilk doktorunuzun bunu bilmeye hakkı olduğunu unutmayınız.

Tedavi sürecindeki en önemli konu sizin tedavi adımlarından emin hissetmenizdir. Eğer bir ekstra garanti alma ihtiyacı hissetmişseniz, hiç çekinmeden doktorunuza “İkinci bir görüş alabilirmiyim?” sorusunu yöneltmeniz en doğal hakkınızdır. Çok küçük bir olasılık dahilinde de olsa doktorunuzun bu soru karşısında huzursuz veya kızgın olması ise sizin için bir uyarı anlamı taşımalı ve diğer opsiyon arayışları için cesaretlendirmelidir.

Zindelikler Dileriz…

KAYIP VE BULUNTULAR; ARKADAŞLIKLAR… SÜRPRiZLER…



Kanserin arkadaşlıklara darbesi şok edici olabilir. Bir kanser tanısı aslında ilişkiler açısından sürprizler beklenecek bir test bile kabul edilebilir. Bir kriz anında arkadaşlarımızın destek olacaklarını bekleriz fakat bunun doğru olup olmadığını bir kanser tanısından sonra daha net olarak anlayabiliriz. Bazı şevkat dolu diye tanımlayabileceğimiz ilişki bağları kopabilirken uzaktan zar zor tanıdığımız kişilerin önemli bir konfor ve destek kaynağı olabileceklerini görür ve şaşırabiliriz.

Kanserden herkes korkar fakat bazı kişiler kendi korkularını yöneterek size destek olmayı başaramayabilirler. Değerli bir arkadaşınızın tanınızdan sonra sizi aramaması veya alışverişte gören bir arkadaşınızın görmemiş gibi davranması üzüntü ve sıkıntı verici durumlardır.

Bu davranışları affetmeniz gerekmez fakat onları anlamak ve kaybın aslında onların kaybı olduğunu düşünmek yararlıdır. Bir arkadaşlığın içinizde saklamaya değecek kadar önemli olup olmadığına kararı siz verirsiniz, ve eğer değeceğini düşünüyorsanız: “Birlikte bir kahve ya da yemek için buluşabilirmiyiz?” diye sorabilirsiniz. Fakat bu buluşma gerçekleşir ise kızgın olmamaya ve kırgınlığınızı belli etmemeye dikkat etmeniz gerekir. Suçlamak yararlı olmayacak ama dürüst ve savunma kalkansız yaklaşımınız arkadaşınızın da bir kez daha düşünmesini sağlayacaktır. Eğer herşey umduğunuz gibi gelişmez ise de bu arkadaşlığı korumak için gerekli eforu sarfetmediğinizi düşünerek pişmanlık hissine kapılmanız da gerekmeyecektir. Genellikle oluşan tablo bu kişilerin kendisini size açması, sıcak bir kucaklaşma ve arkadaşlığınızın devamı ile sonuçlanacaktır.

Küçük ipuçları tedavi sürecinde ilişkilerin kontrolünde iyi gelebilecektir. İşte seçtiğimiz bazıları;

1- Tedaviniz başlamadan önce, bulunduğunuz her sosyal gruptan (işyeri, okul, dernek, vs.) güvendiğiniz tek bir arkadaşınızın sizinle ilgili bilgileri diğerleri ile paylaşmasını organize ediniz. Bu arkadaşınız ayrıca ziyaretçi kabul etme durumunuzu ve mail, telefon ya da destek isteklerinizi de yönetecektir.
2- Adınıza bir web sitesi açmak, arkadaşlarınızı gelişmelerden haberdar etmek ve yardım ihtiyaçlarınız konusunda bilgilendirmek her iki taraf için de tedirginlik ve çekingenlik yaratmayacak çözümlerden biridir.
3- Gizli tutmak istediğiniz her türlü bilgiyi paylaşmamanız ve konusu geçtiğinde “Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum.” diye cevaplamanız doğal ve yararlıdır.
4- Vakit ve enerjinizi kimlerle paylaştığınız konusunda hassas olunuz. Bazı arkadaşlarınız kemoterapinize eşlik ederek size rahatlık sağlayabilecekken, bir diğeri sizi yemek ya da sinemaya götürmede daha başarılı olabilecektir.
5- Tedavi sürecinde yardım eden kişilere yazılı olarak teşekkür etme, not yazma gibi bir lüksünüz yoktur. “Teşekkürler” kelimesi yeterli olacaktır.
6- Arkadaşlarınızın davranışlarına ve kullandıkları kelimelere dikkat ediniz. Bazı kişiler tedaviniz hakkındaki gelişmeleri ilgiyle takip ederken kişisel duygularınızı dinlemeye istekli veya hazır olmayabilirler. Farklı konuları farklı kişiler ile konuşmayı yönetebilmek sürece katkı sağlayabilecektir.
7- Yeni arkadaşlara açık olunuz. Hiçkimse sizi aynı tanıya sahip biri gibi anlayamayacaktır. Bekleme salonunda başlayan ve destek gruplarında devam eden arkadaşlıklar sizin için en değerlilerindendir, unutmayınız !

Zindelikler Dileriz…

(Boston Beth Israel Deaconess Medical Center, Onkoloji Sosyal Merkezi Şefi ve bir meme ca survivor' ı olan Hester Hill Schnipper’ ın bir yazısından uyarlanmıştır.)

15 Aralık 2013 Pazar

KiMYASAL İÇERMEYEN BiR SABUN; KASTiLYA SABUNU



Kastilya sabununun kökeni İspanya Kastilya Krallığı’ dır. “Sapo Castilliensis” adı ile bilinen sabun, kimyasalsız, organik, çevre dostu bir sabundur ve alkol, petrol türevleri, renklendirici ile yapay köpük vericiler içermez. Sadece saf zeytinyağı ile üretildiği için rengi beyazdır ve alıştığımız şekilde farklı katkılara sahip yeşil ya da başka bir renk zeytinyağı sabunlarına benzememektedir.

Saf zeytinyağının özellikleri olan A, D, E ve K vitaminleri zenginliğine sahip olan Kastilya sabunu, cilt, saç, sivilceler, kimyasallara bağımlı allerjik reaksiyon ve tahrişler üzerinde etkili olmasının yanında evinizin / hayatınızın birçok yerinde kimyasallar / deterjanlar yerine de kullanılabilir ve sizleri kanserojenlerden uzaklaştırabilir.

Bulabileceğiniz katı ya da sıvı üretim modellerine göre kullanım alanlarının bazıları şu şekildedir;

1. ŞAMPUAN: Deterjan bazlı standart şampuanınız yerine 1:3 oranında su ile karıştırarak hazırlayacağınız şampuan sağlıklı bir saç derisi ve saçlara sahip olmanızı sağlar.
2. BULAŞIK SABUNU : Bulaşıklarınız ve mutfak malzemelerinizin yıkanmasında evye ya da bulaşık kabınıza ekleyeceğiniz birkaç damla Kastilya sabunu nane şekeri kokusu katarak temizleyeceği kirli bulaşıklarınız üzerinde bir film tabakası bile oluşturmayacaktır.
3. ÇAMAŞIR DETERJANI : 30 ml (2 yemek kaşığı) kadar Kastilya sabununa ¼ çay kaşığı oranında karıştıracağınız karbonat (sodyum bikarbonat) ile çamaşırlarınız (elde yıkamada) temiz ve hoş kokulu olacaktır.
4. TUVALET TEMiZLiĞi : Bir kova içerisinde karbonat ile karıştırıp fırça ile uygulanabilir hale getirerek rahatlıkla kullanabileceğiniz bir tuvalet deterjanına sahip olacaksınız.

Zindelikler Dileriz…

13 Aralık 2013 Cuma

2013 SAN ANTONIO MEME KANSERi SEMPOZYUMU – 12 Aralık 2013 ANASTROZOL, LETROZOL VE EKSEMESTAN KULLANAN KADINLARDA OLUŞABiLEN EKLEM AĞRILARINDA EGZERSiZiN FAYDALARI



Cerrahi müdahale ve diğer ana tedavilerden sonraki 5 yıl süresince evre 1-3 arası ve hormon reseptörü pozitif post-menopoz kadınlarda aromataz inhibitörü (AI) (ç.n.; Arimidex, Femara, Aromasin) kullanılması önerilmektedir ve bu grup tüm meme kanseri tanısı olan kadınların yaklaşık % 70 ini oluşturmaktadır. AI kullanan hastaların % 50 si ise artralji, eklem ağrısı ile eklemlerde katılık raporlamaktadır ve bu yan etki hastaların ilacın tedavisini yarıda bırakmasında da en sık rastlanan nedendir.

Yale Cancer Center, Kanser Korunma ve Kontrol Araştırma Programı eşbaşkanı ve Yale School of Public Health kronik hastalıklar epidemiyolojisi doçenti Melinda L. Irwin, Ph.D., M.P.H. konu ile ilgili şu açıklamaları yapmıştır;

“Aromataz inhibitörler hormon reseptörü pozitif meme kanseri hastalarının efektif tedavisinde önemli bir rol oynamaktadır. Ne yazık ki, birçok hasta hoş olmayan yan etkiler nedeni ile ilaçlarını bırakmaktadırlar. Biz bu çalışmamızda egzersizin AI kullanımının en yaygın yan etkisi olan eklem ağrılarını engellemekte etkili olabileceğini gösterdik. Sonuçlar, AI’ ye bağlı eklem ağrısı ve tedaviye sadakat ile hayat kalitesi açısından oluşturulabilecek klinik müdahalelerde umut verici bir ilk adım olmuştur.”

Bu randomize denemede Irwin ve arkadaşları AI kullanımından doğan eklem ağrıları yaşayan kadınların bir grubunu bir yıl süreli olarak oluşturulan bir egzersiz programına adapte ederek standart tedavi grubundaki kadınlar ile karşılaştırmışlardır. Egzeriz programına katılan kadınlarda eklem ağrıları, ağrı yoğunluğu ve etkileşimi % 20 oranında azalmış, diğer grupta ise artmış ya da aynı derecede kalmıştır. Egzersizin katkısında yaş, evre, kemoterapi ve/veya radyoterapi almış olmanın ve AI kullanım süresinin etkisi ise görülmemiştir.

Araştırmacılar doz-cevap etkisi de gözlemlemiş ve gözetimli egzersiz programının en az % 80 lik bir bölümüne katılmış olan kadınlardaki ağrı yoğunluğunda % 25 azalma kaydedilirken % 80 den az katılım yapabilen kadınlarda oran % 14 olarak ölçülmüştür. Benzer şekilde kardiyorespiratuar fitness seviyelerinde % 5 artış sağlanabilen kadınlarda eklem ağrılarında % 29 düşüş gözlemlenirken kardiyorespiratuar artışın çok az sağlanabildiği kadınlarda ağrılar sadece % 7 azalmıştır.

Çalışmada evre 1 – 3 tanı almış, hormon reseptörü pozitif olan 121 post-menopoz ve AI kullanan kadın yer almıştır ve tümü fiziksel olarak egzersiz yapmaya müsait oldukları halde bir egzersiz programına kayıt yaptırtmadıklarını belirtmişlerdir. İçlerinden 61 kadın haftada 2 seanslık gözetimli direnç ve ağırlık programına ilave haftalık 150 dakikalık en az orta-şiddette aerobik egzersiz (örneğin; tempolu yürüyüş) programına alınmışlardır. Bu egzersiz reçetelendirilmesi hem sağlıklı bireyler hem de kanser survivorları için güncel bir tavsiye olarak açıklanmıştır.

Irwin ve arkadaşları egzersizin AI’ e bağımlı ağrılara etki mekanizmalarını vücut ağırlığı, enflamasyon ve kas gücü açılarından da bir yıl süreli egzersiz döneminin başı, ortası ve sonunda ayrı ayrı olmak üzere detaylı olarak inceleyeceklerdir. Bu çalışma National Cancer Institute (NCI) tarafından fonlanmıştır.

Sn. Melinda Irwin, aynı zamanda ACSM tabanlı "Pembeye ve Hayata" egzersiz programımızın şekillendirilmesi ve Human Kinetics kural lisanslamasında da bizlere destek olmuştur.
Kendisi ve arkadaşlarına bir kez daha teşekkür ederek sizlere zindelikler diliyoruz...

11 Aralık 2013 Çarşamba

LENFÖDEMDE ERKEN TANI iÇiN ÖNERiLER



Lenfödem oluşumlarının % 80 kadarı bir kısım lenf nodlarının alındığı türde meme kanseri tedavisini takip eden ilk üç yıl içerisinde görülmektedir. Fakat bu olasılık hakkında hanımların az bir oranı bilgilendirilmekte ve lenfödemin basit bazı “erken tanı” yöntemleri anlatılmamaktadır.

Lenf nodlarının alındığı koldan - doktorlarınızın da üzerinde önemle durduğu şekilde – herhangi bir işlem (tansiyon ölçümü, enjeksiyon, v.b.) yaptırtmasanız bile lenfödem oluşumu başlayabilmekte ve verdiği zorluklar ile ağrı yanında enfeksiyon riskinizi de yükseltmektedir.

Meme kanserinin kendisi gibi, lenfödemi de erken teşhis edebilmek tedavide başarıyı arttırmaktadır. Kol çapınızda oluşabilecek ve sizin önem vermediğiniz ya da farkına varmadığınız küçük değişimler, çoğunlukla karıncalanma, uyuşukluk, duygusuzluk gibi birkaç gün kendisini belli ettikten sonra yok olan geçici “his değişimleri” aslında görünebilir hale gelmeden önce bir lenfödem habercisi olabilmektedir. Yani; “Birşeyler farklıysa, birşeyler değişiyordur.”

Lenfödem genelde kademeli olarak kendisini belli etse de bazen ani problemler de görülebilmektedir. Bu gibi durumlar pıhtılaşma, enfeksiyon veya kanserin lenfatik sistemi etkileyen bir nüksü olarak düşünüldüğünden en kısa sürede bir doktora ulaşmanız büyük önem taşımaktadır.

Lenfödem oluşumunun erken tanısı için size faydalı olabilecek ve sizi uygun terapistlere yöneltecek bazı belirgin işaretler şunlardır;

* Parmağınız ile bastırdığınız bölgede bir çukur oluşarak uzun süre kalması,
* Cilt yüzeyinin cilalanmış gibi parlak bir görünüm alması,
* Kızarıklık, doku değişimi ve ağrı başlangıçları,
* El, kol, göğüs ve/veya kol altlarında ısı artışı, his değişimleri, konforsuzluk,
* Ateş ve grip-benzeri semptomlar

Evre I lenfödem, kollarınızı yukarıya doğru kaldırarak müdahale edebileceğiniz türdür. Evre 2 ve 3’ e gelindiğinde ise dokuda kalınlaşma dışında, protein-zengini sıvının birikiminin yol açacağı bakteriyel enfeksiyon riski artacağından kendi kendinize erken teşhise dikkat etmenizi tavsiye eder, zindelikler dileriz…

9 Aralık 2013 Pazartesi

LENFATiK SAĞLIK iÇiN GÜLMEK :)



Gülmenin ruh sağlığına iyi geldiği söylenir fakat gülmek aynı zamanda fiziksel sağlık için de gereklidir. Meme kanseri gülünebilecek bir durum değildir fakat gülmek iyileşme amacı ile de kullanılabilir.

Stres ve korku sadece oksijeni değil, hayattan keyif almayı da kısıtlayarak sindirim, solunum, dolaşım ve lenfatik sistemlerinin optimum seviyede çalışmasına etki eder. Oksijen akışının sınırlanmasının bir etkisi de lenfatik sistem üzerinde gerçekleşir ve metabolizma için gerekli besinlerin taşınması ile kirleticilerin temizlenerek atılması zorlaşır.

Meme kanseri tedavisinde yer alan cerrahi müdahale sonrası taviz verilen lenfatik sisteme tedavi sonrası yaşamda oldukça itinalı yaklaşılmalıdır. Egzersiz, temiz ve taze su, derin nefes ve doğru beslenme yanında gülmek de lenfatik sistem fonksiyonalitesini yükseltebilen faktörlerdendir.

“Günlük ve Düzenli Gülebilme” nin faydaları hakkındaki araştırmalar devam ettikçe ortaya ilginç yararlar çıkmaktadır. Bunların arasında;
* Hızlı bir şekilde stres, korku, ağrı ve depresyondan uzaklaşabilme,
* Hayat destek sistemlerine yeni endorfin ve sağlıklı kimyasallar salgılayarak sağlıksız bir ortama etki edebilme,
* Perspektif ve denge algılamalarının geri dönüşü ile umut hissinin yenilenmesi ve,
* Vücuda taze oksijen girişinin uyarıcı etkisi ile lenfatik sistemin desteklenerek kanserojenleri daha fazla temizleyebilmesi bulunmaktadır.

Meme kanseri tanısı hayatın keyifli anlarını uzaklaştırıyormuş gibi görünse de kahkaha yogası, eğlendirici kitaplar, komedi filmleri ve sizi güldüren kişiler ile birlikte vakit geçirmek vücudun, ruhun ve lenfatik sistemin restorasyonu için en büyük yardımcılardandır.

Zindelikler Dileriz…

8 Aralık 2013 Pazar

KANSER TEDAViSi ve AĞIZ PROBLEMLERi



Kemoterapi hızla bölünen hücreleri hedeflemekte ve iyisini kötüsünü ayırmamaktadır. Ağızda bulunan hücreler ise en hızlı bölünüp çoğalanlar grubunda olduğundan kemoterapi süresince ağız içi nemli dokusunun, diş ile diş etlerinin ve tükürük bezlerinin etkilenmesi doğaldır. Sonuç ise enflamasyon sonucu oluşan ağrı, salya azalmasının neden olduğu ağız kuruluğu, ağıziçi tad alma tomurcuklarının tahriş olması nedeni ile “metal tadı” denilen tad değişimleri ve tabiki ağız yaralarıdır…

Kemoterapi sürecinde kendi kendine iyileşebilen bu “mukozit” durumu 2 – 4 hafta sürebilse de radyoterapi sürecinde 6 – 8 haftaya kadar uzayabilmektedir. Tanı sonrası hemen bir diş hekiminden randevu alarak kemoterapi öncesi gerekli önlemleri almanın olası yararları ise şu şekilde özetlenebilmektedir;

* Yetersiz beslenmenin önüne geçilmesi,
* Dehidrasyon (susuz kalma) sorunlarını ortadan kaldırabilme,
* Diş eti enfeksiyonlarını ve uzun dönemde diş çürümesinin engellenmesi,
* Yediklerinizin mümkün olduğunca kendi tadına yakın hissedilmesi,
* ve eğer var ise takma dişlerinizin tedavi boyunca yerinde muntazam ve verimli kalmasının sağlanması.

Ağız korumanız için “National Cancer Institute” önerilerinden bahsedecek olursak;

* Yemekten sonra ağzınızı mutlaka temizleyiniz.
* Yumuşak kıllı bir fırça ile günde 2 – 3 kez, 2 – 3 dakika fırçalayınız.
* Kıl fırçanın kullanılamadığı durumlarda sünger fırça kullanınız ve antibakteriyel çalkalama yapınız.
* Diş fırçanızı kıllarının daha da yumuşak olabilmesi için sıcak su içerisinde bekletiniz.
* Aşırı tad tahriş yapabileceğinden yumuşak tad içeren diş macunu kullanınız.
* Ağız gargarası için aşağıdaki üç seçenekten birini deneyerek kullanınız:
a- 1 litre su içerisinde 1 çay kaşığı tuz,
b- 250 ml su içerisinde 1 çay kaşığı karbonat,
c- 1 litre su içerisinde ½ çay kaşığı tuz ve 2 yemekkaşığı karbonat.
* Diş eti koruması için antibakteriyel çalkalamayı günde 2 - 4 kez, 1 – 2 dakika süre ile deneyiniz.
* Ağız kuruluğu durumunda fırçalama adedinizi yükseltip ayrıca günde 1 kez diş ipi kullanınız.
* Dudaklarınızın kuruma ve çatlamasını önlemek için dudak koruyucu/bakımı kullanınız.
* Bol su tüketiniz ve ÖZELLiKLE KEMOTERAPi ALIRKEN BUZ PARÇACIKLARI EMiNiZ.
* Çiklet, şekerleme ve sert şekerlerden uzak durunuz.
* Acı ve asidik besinleri (limon benzeri) tüketmeye ara veriniz.
* Yumuşak besinler tüketiniz. Çiğneme sorunlarınız oluşursa yemeğinizi yoğurt, yemek suyu ve diğer sıvılar ile yumuşatınız.
* Yemekleriniz ile birlikte sıvı yudumlayarak lokmalarınızın ilerlemesini kolaylaştırınız.

Ağız çalkalama suları ağrı ve enflamasyonu azaltmaktadır fakat market alışverişlerinde KESiNLiKLE ALKOL iÇEREN ÜRÜNLER ALINMAMALI VE KULLANILMAMALIDIR. Eğer kullandığınız ağız suyu size fayda sağlamaz ise diş hekiminize başvurarak kendisinin önereceği özel bir formülü (genellikle antibiyotik, antihistaminik, anestezik, kortikosteroid ya da yapay salya benzeri etken madde) kullanınız.

Zindelikler Dileriz…

4 Aralık 2013 Çarşamba

BRCA2 MUTASYONLU AiLEDEN GELEN FAKAT KENDi TESTi NEGATiF KADINLARDA DEVAM EDEN RiSK



“Cancer Epidemiology, Biomarkers & Prevention” da 27 Kasım 2013 tarihli yayınlanan araştırmaya göre BRCA2 gen mutasyonlu aile kökenine sahip olduğu halde yapılan BRCA testlerinde negatif tanı almış kadınların meme kanserine yakalanma oranları normal popülasyona göre yine de yaklaşık 5 kat fazladır.

Ingiltere, Manchester, St. Mary's Hospital’ dan D. Gareth R. Evans, MBBS, MD ve arkadaşlarının gerçekleştirdiği ve American Association for Cancer Research (AACR) tarfından 3 Eylül’ de kabul edilen araştırmada 807 farklı BRCA1 ve BRCA2 patojenik mutasyon taşıyıcı aile içerisinde 1. derece yakınları olduğu halde yapılan testlerde negatif bulunmuş kadınlar ele alınmıştır.

Araştırma sonuçlarında BRCA1 mutasyonuna sahip 1. derece yakınları olduğu halde testlerde negatif görülmüş kadınların meme kanserine yakalanma risklerinin 1.77 kat, fakat BRCA2 mutasyon kökenli aileden gelen kadınlarda 4.57 kat fazla olduğu gözlemlenmiştir.

Ulaşılan sonuçlar BRCA mutasyonu taşıyan aileden geldikleri halde kendi testleri negatif çıkan kadınların yüksek risk grubunda kalmaya devam ettikleri yönündedir ve sıkı kontrollere devam edilmelidir.

Zindelikler Dileriz…

30 Kasım 2013 Cumartesi

KOLESTEROL VE MEME KANSERi TÜMÖRÜ



Kardiyovasküler hastalıklar ile ilişkilendirilen arter-tıkayıcı bir molekül olan kolesterolün yol açabileceği olası bir sorun daha 29 Kasım 2013 tarihli “Science” da yayınlanmıştır.

Vücut tarafından metabolize edildiğinde potansiyel bir östrojen-benzeri moleküle dönüşerek meme kanseri hücre gelişimini tetikleyebildiği yapılan deneyler ile saptanan kolesterol, ayrıca hiperkolesterolemi vakalarında östrojen hormon reseptörü (ER) pozitif meme kanseri hastalarının endokrin terapilerine verdiği cevabı da düşürebilmektedir.

Duke Kanser Enstitüsü, Farmakoloji ve Kanser Biyolojisi Departmanı araştırmacısı Donald McDonnell, Ph.D, yaptığı açıklamada kolesterolün kendisinin değil fakat yan ürünü olarak kabul edilebilecek bir metabolitinin (27HC) östrojen hormonunu mimikleyerek bağımsız bir şekilde meme kanseri tümörünü besleyebildiğini belirtmiştir. Açıklamanın devamı özetle şu şekildedir;

“Bugüne kadar obezite ile meme kanseri ve yüksek kolesterol seviyeleri ile meme kanseri arasındaki ilişkiyi gösteren pekçok araştırma yapıldıysa da oluşan mekanizma tam olarak belirlenebilmiş değildi. Şu anda ise kolesterol seviyelerini düşürmenin ya da 27HC’ ye dönüşümü ile etkileşim sağlamanın meme kanserinden korunmada iyi bir strateji olabileceğini söyleyebiliriz.”

Bulunan öncü değerler hayvanlar ve tümör örnekleri üzerinde gerçekleştirilmiş ve özellikle post-menopoz kadınlar üzerinde etkisi görülmüştür. Yine de aradaki bağlantıyı net olarak gösteren ilk araştırma olması bizlere beslenme stili ve kolesterol değerlerinin önemini göstermektedir.

Zindelikler Dileriz...

28 Kasım 2013 Perşembe

DESTEK ALMANIN POSTTRAVMATiK GELiŞiME KATKISI



17 Ekim 2013 tarihli Psycho-Oncology sayısında 1. ve 2. evre meme kanseri tanısı almış 653 kadının katılımı ile tamamlanmış bir araştırma sonucu tedaviyi takip eden 1,5 yıl içerisinde kadınların kişisel gelişim gösterdiğini öngörmektedir ve posttravmatik stres bozukluğu çoğu kişi tarafından bilinse de hayatın ciddi bir meydan okuması karşısında bir cevap olarak oluşan pozitif psikolojik değişimin adı olan “posttravmatik gelişim” de artık kendisini duyurmaya başlamıştır.

Aslında optimistik davranışların baz alınarak ölçülmesinin hedeflendiği araştırmada ilginç bir sonuç olarak kişisel değişimin bu kritere bağlı olmadığı bulunmuştur. Wake Forest Baptist Medical Center, Winston-Salem, N.C. de Halk Sağlığı Bilimleri Profesörü olan araştırmacı Suzanne Danhauer’ a göre durum sadece bardağın dolu tarafını görmek değildir ve hayatındaki kişilerden yardım talep eden, hayata daha sıkı sarılarak aile ile arkadaşlara daha yakın olan kadınlarda daha fazla kişisel gelişim bulgulanmıştır. Düşünülen ana neden kendi savaşları hakkında konuşmanın ve paylaşımın verdiği “gelişim” desteğidir ve bu da bizlere sağlık sistemlerinde destek gruplarının önemini göstermektedir.

Tanıdan 8, 14, 20 ve 26 ay sonrası kadınlara yöneltilen sorularda hayata bakışları, kişisel ilişki durumları, ruh hallerinde yaşadıkları değişiklikler ve yeni olasılıklara açık olmaları ele alınmış ve sosyal desteği yükselmiş olan kadınlarda daha fazla kişisel gelişim görüldüğü belirtilmiştir. Memorial Sloan-Kettering Cancer Center, New York City psikiyatristi Dr. Mary Jane Massie bu deneyimden kadınların pozitif bir ders çıkarttığını belirterek, konu hakkında konuşmak istemeyen kadınların da paylaşıma teşvik edilmesinin önemini vurgulamıştır.

Araştırmacıların dikkatini çektiği bir başka nokta da; bazı kanser hastalarının “pozitif düşünme” ye şartlandırıldığı ve bu kişilerin beklentilere cevap veremeyince suçluluk hissettikleridir. Bu nedenle bu tür bir duygu uyandırılmamalıdır ve her hastanın kendisine özgü bir yolu bulunabileceği göz önüne alınarak sadece bazı kadınların böyle bir deneyim geçirdiklerinin bilinmesi sağlanmalı, bir kural gibi gösterilmemelidir.

Zindelikler Dileriz…

MEME BEZiNi ETKiLEYEN ÇEVRESEL KANSEROJENLER; 1- KANOLA YAĞI BUHARI



“Tekli Doymamış Yağ” (monounsaturated) grubuna giren kanola, fındık ve zeytinyağının meme kanseri riskini azaltabildiği hakkında pekçok araştırma bulunmaktadır ve kullanımı önerilmektedir. Yalnız bu araştırmalarda eksik olan kısım kanola yağının ısıtılması ile ortaya çıkan kimyasallardır.

1,3-Butadiene, solunum sistemi ile vücudumuza giren bir kanserojendir. Genellikle araç egzost sistemlerinde bulunan 1,3-Butadiene, gıda endüstrisinin bazı kesimlerince paketlemede kullanılsa da besinlere geçtiği hakkında bir kanıt henüz oluşmamıştır. Bunun yanısıra kanola yağının ısıtılması sürecinde büyük ölçüde açığa çıktığı güçlü araştırmalar ile kanıtlanmıştır ve solunması özellikle meme bezi kanserojeni olması açısından önerilmemektedir.

Eğer sağlık açısından kanola yağını tercih ediyorsanız, ısıtma / pişirme işlemlerinizi buharını solumadan ve ortamı mümkün olduğunca havalandırarak gerçekleştirmeniz meme kanseri riskinizde etkili bir adım olacaktır.

Zindelikler Dileriz…

Kaynaklar:
1- Owen PE, Glaister JR, Gaunt IF, Pullinger DH. Inhalation toxicity studies with 1,3-butadiene. 3. Two year toxicity/carcinogenicity study in rats. Am Ind Hyg Assoc J. 1987; 48: 407–413.
2- National Toxicology Program: Department of Health and Human Services. 11th Report on Carcinogens. Washington, DC: Department of Health and Human Services; 2005.

27 Kasım 2013 Çarşamba

SiZ, KIZINIZ VE ÇEVRESEL KANSEROJENLER



Bütün hastalıklar gibi meme kanseri oluşumunda da hem genetik hem de çevresel koşullar etkilidir ve çevresel koşullara olan bu bağımlılık meme kanserini geniş anlamda korunulabilir bir hastalık haline getirmektedir. Genetik yapımızı değiştiremeyeceğimize göre çevresel koşullarımızı düzeltmeye odaklanmamız kanser riskinin azalmasında büyük rol oynayabilmektedir; tabiki bu çevresel faktörleri anlamamız koşulu ile…

Bir kadının hayatı boyunca ergenlikten gebeliğe, emzirmeden menopoza doğru hızlı değişimler geçiren dinamik organı olan memeleri hormon reseptörleri ile doludur. Bu nedenle meme kanserinin çevresel koşullara bağımlılığı ile ilgili araştırmalar son yıllarda meme gelişim sürecinin kritik aşamalarında östrojen-benzeri etkileşimler gösterebilen kimyasalların araştırılmasına yönlendirilmiştir. İşin en ürkütücü yanı ise bu kimyasalların büyük bir kısmının evlerimizde günlük kullanımda olan ürünlerde bulunmasıdır.

Sürprizlerden ilki; ABD dahil pekçok hükümetin ev ve kişisel kullanım için üretilen ürünlerdeki kimyasallara yönelik standart bir kanserojen testi isteği bulunmaması olmuştur. Konuya meme kanseri açısından bakıldığında; östrojenin özelliklerini mimikleyebilen ve/veya meme kanseri tedavi ilaçları ile etkileşime girebilecek ürünlerin toksik madde kontrol yasaları 1976 yılından kalmadır (TSCA 1976) ve 37 yıldır güncelleştirilmemiştir.

Meme kanserinin bu derece yaygınlaşması üzerine devreye giren konsorsiyumlar kanserojenleri detaylı olarak teşhis edebilmek için araştırmalara başlamışlardır ve amaç kanser riskine ek olarak meme gelişiminin tüm evreleri üzerinde de ayrı ayrı çalışmalar yaparak gıda ürünleri ve kimyasal ürünlerde gerekli kontrol yasalarının çıkması için hükümetleri uyarmaktır.

50 yaşın altındaki kadınlarda yükselen oranlarda görülen ve pek çok tanıda da genetik faktörlerin rol oynamadığı meme kanserinde artık ilaç sektöründeki gelişmeler ile uzun yaşamak mümkün olsa da tedavi yolculuğundaki fertilite, nüksetme riskleri ile duygusal ve fiziksel darbeler hiçbir zaman gözardı edilmemelidir. İlgili konsorsiyum araştırmalarından derleyerek sunmayı planladığımız çevresel kanserojenler ile devam edeceğimiz konunun ileriki yazılarını okumadan önce ise her kadının kendisine sorması gereken soru şudur; “Kendim ve özellikle kızım için bu hastalıktan korunmada neler yapabilirim?”

Zindelikler Dileriz…

23 Kasım 2013 Cumartesi

AROMATAZ iNHiBiTÖRLERiNDEN OLUŞAN EKLEM AĞRILARI iÇiN ELEKTRO-AKUPUNKTUR



Pennsylvania Üniversitesi, Perelman Tıp Fakültesi araştırmacılarının meme kanserinde kullanılan aromataz inhibitörleri nedeniyle oluşan artralji (eklem ağrısı) semptomlarının akupunktur tedavisi ile azaldığının bulgulandığı çalışması 28 Ekim 2013 tarihli olarak European Journal of Cancer’ da yayınlanmıştır.

Dr. Jun Mao, M.D., MSCE, açıklamasında artralji nedeni ile ağrı yaşayan meme kanseri hastalarında akupunkturun ağrı kontrolünde büyük rol oynadığına dair kuvvetli kanıtlar bulunduğunu ve gözlemlenen yan etkilerinin hafif ve kısa dönemli olduğunu belirtmiştir.

Aromataz inhibitörü (anastrozole-Arimidex, exemestane-Aromasin, letrozole-Femara) kullanan kadınların % 50 sinde görünen eklem ağrıları nedeniyle hastaların % 20 si tedaviyi yarım bırakmak zorunda kalmaktadır ve bu araştırmadaki kadınlar da üç ay süre ile ağrı yaşadıklarını belirtmişlerdir. Üç gruba (elektro-akupunktur, sham-yalancı akupunktur, kontrol grubu) ayrılarak araştırmaya dahil edilen kadınlarda 8 haftalık elektro-akupunktur seansı grubunda ağrı hissedenlerde % 43 lük bir oranda azalma dönüşü elde edilmesi 2010 senesinde Jounal of Clinical Oncology’ de yayınlanmış olan NewYork-Presbyterian Hospital/Columbia University Medical Center araştırmacılarının aynı konudaki çalışmasını da desteklemektedir.

Akupunktur kanser tedavisine bağlı diğer yan etkiler üzerinde de etkili olabilmektedir ve American Society for Therapeutic Radiology and Oncology 2008 senesi toplantısında akupunkturun kanser hastalarındaki terleme ve sıcak basmaları üzerindeki olumlu etkileri de ayrıca belirtilmiştir.

Zindelikler Dileriz…

22 Kasım 2013 Cuma

TAMOKSiFENi METABOLiZE EDEBiLiYORMUSUNUZ?



İlaç metabolizmasında, normal enzim seviyeleri ilaçları metabolitlere dönüştürmektedir. İlaca bağlı olarak bu metabolitler tedavi edici (terapötik), zararlı veya inaktif (etkisiz) olabilmektedir.

Yaklaşık 10 yıllık bir süre boyunca araştırmacıların bir karaciğer enzimindeki genetik farklılığın hormon tedavi ilacı tamoksifen’ in efektifliği üzerindeki etkisi hakkında ikiye bölünmüş olmalarını takiben 2013 senesi başlarında Mayo Clinic Kanser Merkezi ile Avusturya Meme ve Kolon Kanseri Çalışma Grubu’ nun ortaklaşa açıkladığı kanıtlar ile enzim CYP2D6 da bulunan değişimlerin tamoksifenin vücutta çalışması üzerinde anahtar rol oynadığı açıklanmıştır.

Araştırmada CYP2D6 da görülen genetik değişimlerin tamoksifen ile erken evre meme kanseri tedavisi gören kadınlarda daha yüksek bir nüksetme ve ölüm oranına yol açtığının belirlendiğini açıklayan Mayo Clinic onkologlarından Matthew Goetz, aynı zamanda bir hormon terapi uzmanı olan James Ingle, M.D., ile birlikte Clinical Cancer Research’ de yayınlanan makalenin ana yazarıdır.

Klinik araştırmada iki grup post-menopoz ve östrojen reseptörü pozitif kadını hedefleyen araştırmacılar, ilk grupta 5 yıl tamoksifen tedavisi görenleri, ikinci grupta ise 2 yıl tamoksifeni takip eden 3 yıl süresince CYP2D6 enzimine gerek duymayan bir aromataz inhibitörü olan Anastrozole’ ü kullanan kadınları ele almışlardır.

Çalışma sonuçlarında genetik olarak CYP2D6 enziminde değişim bulunan ve 5 yıl süre ile tamoksifen kullanan kadınlarda standart enzim aktivitesi bulunan kadınlardan 2.5 kat fazla meme kanseri nüksü veya ölüm görülmüştür. Orta derecede enzim aktivitesi olan kadınlarda bu oran 1.7 kat bulunmuş fakat 2 sene tamoksifen kullanımından sonra anastrozole’ e dönüş yapanlarda ise bu genetik değişim etkisini kaybetmiştir.

Tahmini nüfusun % 5 – 7 lik bir kısmının tamoksifeni zayıf metabolize ettiği düşünülerek National Institute of Health tarafından desteklenerek, National Cancer Institute ile birlikte çalışan Mayo Clinic ve Medical University of Vienna grubu enzim aktivitesinden etkilenmeyen bir alternatif geliştirme üzerinde çalışmaktadır.

CYP2D6 da değişim olup olmadığı ve tamoksifene metabolizmanın vereceği cevap bir kan testi ile anlaşılabilmekte olup ülkemizde çeşitli kurumlarda -doktorlarınızın uygun görmesi durumunda- CYP2D6 DNA Testi, CYP2D6 Polimorfizm Analizi, CYP2D6 İlaç Sensitivite Testi, CYP2D6 Genotipi yaptırılabilmekte ve tamoksifen tedavisine verebileceğiniz cevap belirlenebilmektedir.

Zindelikler Dileriz…

19 Kasım 2013 Salı

ÜÇLÜ NEGATiF MEME KANSERi TiPiNDE DAHA YÜKSEK LENF NODU METASTAZI RiSKi BULUNAMADI



18 Kasım 2013 – Oncology Practice

Ocak 2000 – Mayıs 2012 arasındaki süreçte Los Angeles Cedars-Sinai Medical Center tarafından gerçekleştirilen ve invaziv meme kanseri tanısı ile tedavisi gören 2957 hastanın katıldığı klinik araştırmada üçlü negatif meme kanseri tanısı gören grupta diğer gruplara göre daha yüksek bir lenf nodu metastazı kaydedilmediği açıklanmıştır.

Luminal A olarak kabul edilen östrojen ve progesteron pozitif fakat HER2 negatif olan gruptan 2201, her üç markeri de pozitif olan Luminal B grubundan 344, sadece HER2 pozitif olan gruptan144 ve üçlü negatif gruptan 378 kadının katıldığı çalışmada uzak metastazı bulunan, nodal örnekleme uygulanan ve neoadjuvan terapi görenler yer almamıştır.

Dr. Alexandra Gangi ve arkadaşlarının American Society of Clinical Oncology tarafından organize edilen meme kanseri sempozyumunda yaptıkları sunumda süreç içerisinde lenf nodu metastazı yaşayanların oranları ise şu şekilde açıklanmıştır; 734/2201 (%33) Luminal A, 143/344 (% 42) Luminal B, 65/144 (%45) HER2 ve 108/278 (% 39) Üçlü Negatif TNBC grubu.

Bununla birlikte gerçekleştirilen çokludeğişimli analizde ise 4 yada daha fazla lenf nodunda görülen metastazın çoğunlukla HER2 tipte (% 19) ve Luminal B’ de (% 14) görüntülendiği, oranın Üçlü Negatif ve Luminal A’ da % 9 da kaldığı, yaş (<50), tümör boyutunun (< 2 cm), tümörün lenf kanallarında bulunmasının (lenfovasküler invazyon) ve tümörün derece (grade) 2 ya da 3 olmasının belirleyicilerden olduğu açıklanmıştır.

Varılan tahminlere göre üçlü negatif tipte meme kanseri tanısı alan kadınlarda lenf nodu metastazı riski bu grup dışında bulunan türlerden daha fazla değildir.

Zindelikler Dileriz…

15 Kasım 2013 Cuma

MEYVE ve SEBZE ALIŞVERiŞiNDE ORGANiK

“Organik” etiketinin anlamı üretimin sentetik gübre ve kimyasal kullanılmadan gerçekleştirilmesi ve GDO’ suz, hormonsuz, antibiyotiksiz ve ışınlama / radyasyonsuz bir üretimin sağlanmış olmasıdır. “Organik” tüketmek harikadır fakat sağlıklı olmak için herşeyin organik olması da gerekmez ve eğer mümkünse lokal üreticilerden taze olarak edinilecek pek çok ürün sorunları çözer. Kıvırcık salata, marul ve diğer yeşillerin organik olması gerekli değildir çünkü pek çok yeşil zaten oldukça temizdir. Sadece iyice yıkadığından emin olmanız yeterlidir.

Yeşilleri seçerken koyu olanlarına doğru (hindiba, hardal otu, vb.) yönelmeniz acı olmalarının aslında zararlı böceklere karşı da bir kalkan oluşturması nedeni ile daha güvenli bir seçimdir. Ayrıca içlerindeki anti-oksidanları da unutmamak gerekir. Bununla beraber meyve alırken kabuklarında yüksek oranda tarım ilacı bulunabileceğini göz önüne alarak organik üretimleri tercih etmeniz gerekir.

Organik ürün bulmanız zor oluyor ise; Environmental Working Group (EWG) tarafından 2000 – 2005 yılları arasında ABD Tarım Bakanlığı bilgisinde gerçekleştirilen 43.000 test sonrasında açıklanan en kötüden (en yüksek tarım ilacı içeren) en iyiye doğru sebze ve meyve sıralaması (Ürün / Skor bazında) sizler için bir yardımcı olabilir ve altta bulunan bu listenin ilk sıralarındaki meyve / sebzelerde soyabildiklerinizin kabuklarını soyarak veya çok iyi yıkayarak bir önlem alabilirsiniz.

Şeftali 100, Elma 96, Dolmalık Biber 86, Kereviz 85, Çilek 83, Kiraz 75, Marul / Kıvırcık 69, Üzüm (İthal) 68, Armut 65, Ispanak 60, Patates 58, Havuç 57, Sivri Biber 55, Kırmızı Acı Biber 53, Salatalık 52, Ahududu / Frambuaz 47, Erik 46, Portakal 46, Üzüm (ABD Yerli) 46, Karnabahar 39, Mandalina 38, Mantar 37, Kantalup Kavunu 34, Limon , Kavun, Greyfurt 31, Domates, Tatlı Patates 30, Karpuz 25, Yaban Mersini 24, Papaya 21, Patlıcan 19, Brokoli 18, Lahana 17, Muz 16, Kivi 14, Asparagus , Bezelye (dondurulmuş)11, Mango 9, Ananas 7, Tatlı Mısır (dondurulmuş) 2, Avokado ve Soğan 1.

Zindelikler Dileriz…

11 Kasım 2013 Pazartesi

BROKOLi’ Yi BUHARDA PiŞiRMEK



A.B.D. Illinois Üniversitesi bünyesinde tamamlanan araştırmalarda brokolinin hazırlanma yönteminin potansiyel güçleri üzerinde büyük değişikliklere yol açtığı gözlemlenmiştir.

Doğal olarak içeriğinde bulunan bir fitokimyasal olan “sülforafan” kaynağı olarak oldukça değerli olan brokoli bu nedenle laboratuar testlerinde güçlü bir kanser savaşçısı olarak belirlenmiştir. Bununla beraber sülforafan oluşumu için bir enzim olan “mirosinaz” gereklidir ve mirosinaz hasar gördüğü takdirde sülforafan görev yapmamaktadır.

Üniversite araştırmacıları brokoliyi kaynatarak, mikrodalgada ısıtarak ve buharda ısıtarak farklı yöntemleri denemişler ve sadece 5 dakikanın altında buharda ısıtmanın mirosinazı korumuş olduğunu belgelemişlerdir. Kaynatılan veya mikrodalga fırına konulan brokolilerde ise süre bir dakikanın altında bile olsa enzimlerin büyük bir çoğunluğu hasar görmüştür.

Yapılan ilginç deneylerden biri brokoliyi pişirmeden yiyemeyen gruptaki insanlar için yapılmış ve pişirilmiş brokolinin yanında mirosinaz içeren herhangi bir raw-food ürünün yenilmesinin de sülforafan oluşumunu desteklediği bulgulanmıştır. Mirosinaz içeren ikinci bir çiğ gıdanın etkileşimi ile kan ve idrar seviyelerindeki sülforafan yükselmiş, brokolinin anti-kanser güçleri geri gelmiştir.

7 Kasım 2013 tarihinde “American Institute for Cancer Research” yıllık toplantısında sunumu yapılan araştırmaya göre hardalotu, turp, aragula, wasabi ve coleslaw (bir tür lahana salatası) bozulan sülforafan oluşumunu restore eden en güçlü mirosinaz kaynaklarıdır.

Zindelikler Dileriz…

BASiTÇE GENLER, DNA VE KANSER

Biyolojik desenlerimizin talimatları kromozomlarımızda bulunmaktadır. Vücudumuz ile ilgili her şey kromozomlarımızdaki genleri oluşturan 'DNA'larımızda (deoksiribonükleik asit) yazılmıştır. Artık araştırmalar ile anlaşılmış gerçekler; bazı genlerimizin bizleri hastalıklara karşı dirençli kılabildiği ama bazılarının da spesifik hastalıklara maruz kalma riskimizi arttırdığıdır. İlaçların işe yaraması, yaramaması ya da yan etki olasılıkları da kromozomlarımızdaki yönetmeliklerde yazılıdır, yani insan genetik kodu sağlık ya da hastalıkların anahtarıdır.

Kanser genlerdeki bir hasarın sonucudur ve nedeni genlerin içerisindeki hücre büyümesini kontrol eden anahtarlamaların çalışmamasıdır. Örneğin; aslında kapalı olması gereken bir büyüme geni kilidi kanserde açıktır ve kanserin gelişimini engelleyici bir genetik anahtarlama bu neden ile çalışmamaktadır. Sonuçta durağan olması gereken hücreler bölünmeye başlar ve tümör oluşur. Bu hasarlı büyüme genlerine de “onkogen” adı verilir.

Hasar üç nedenden dolayı oluşabilir;
* BRCA meme kanseri geni gibi hasarlı bir gen ile doğmuş olabiliriz,
* Sigara dumanı gibi çevresel toksinler genlerimize hasar vermiş olabilir,
* Genlerimizin biz yaşlandıkça eskimesi ve tükenmesi yaşımız ilerledikçe kanser riskini arttırabilir.

Onkogenlerin bir anahtar olduğu bilindiğine göre de kanser ile savaşın kazanılması için gen bazlı koruma ve tedavi üzerine çalışılmasının önemi tartışılmazdır.

Günümüzde teknolojik gelişmelerin yardımı ve “İnsan Genom Projesi” çalışmaları ile araştırmacılar her bir tümörün moleküler özelliklerini tanımlamışlar ve görünüş olarak benzer tümörler arasında bile geniş heterojenik farklar bulunduğunu gözlemlemişlerdir.

Genler, kanserde temel oyuncu konumundadırlar. Her birimizin hücrelerimizdeki hayati merkez olan çekirdekte konumlanmış yaklaşık 25.000 adet genimiz bulunmaktadır. Çekirdekteki DNA çift heliks şeklinde bükümlü bir moleküldür ve A, T, C, G ile belirtilen 4 çift baz ile oluşmuştur. Gendeki bu harfler ile belirtilen sekans RNA (ribonükleik asit) aracılığı ile spesifik bir mesaj göndererek bu mesaja uygun protein üretimini sağlamaktadır. Eğer mesaj hatasız ise protein üretimi de doğru olacaktır. Eğer genlerde bir bozukluk bulunuyor ise mesaj yanlış iletilerek proteinin de üretimi hasarlı gerçekleşecektir.

Son 10 yılın en büyük keşiflerinden biri de bazı özel etkileşimlerin tümör hücresindeki sinyali farklılaştırarak “bağımlılık” adı verilen bir olguyu yaratmasıdır. Bu fenomenin anlamı, bu özel etkileşimlerin sürekliliği bulundukça tümörün yaşayıp kendisini yeniden üretebilme potansiyelinin oluşmasıdır. Bu etkileşimler pek çok şekilde olabilse de büyük çoğunluğunu gen mutasyonları, değiştirici ve kuvvetlendirici etkiler oluşturmaktadır.

Zindelikler Dileriz…

8 Kasım 2013 Cuma

FARKETMEK, FARKETTiRMEK



Kanser biraz hilekardır. Kabul edebilmek anlık bir duygu olsa da bu duyguyu üst üste binen ve her biri öncekinden daha derin farkındalıklar takip eder. Benzetme yapılacak olsa ne bir son durak, ne de kaybeden ile kazanan arasındaki bir savaş ya da oyundur.

Kendinizi veya bir başkasını suçlamak bilim insanlarının bile tam olarak açıklayamadığı hücre mutasyonunu açıklayamaz. Hayat bitmemiştir, ama artık farklıdır ve hiç akıldan çıkmaması gereken tek şey vardır; Herşeyden Önce Siz...

Tedavinin başarısı ve verilen cevabı etkileyen milyonlarca faktör bulunmaktadır. Yeni tanıların (özellikle genç hanımlarda) artışı bile bilim insanları tarafından açıklanamamaktadır. Bir kısmı görüntüleme teknolojisindeki hassasiyet artışına bağlarken diğer bir kesim çevresel faktörlerin artan etkisine bağlamaktadır. Sonuç; “Bazı Şeyler Olur” dur.

Bu “şey”ler olduktan sonra kurallar ve istekler varmıdır? İşte sizlerle paylaşmak istediğimiz farklı bir örnek; ABD, Idaho’ da metastatik meme kanseri ile yaşayan dört hanımın yayınladıkları kısa bir “Ortak İstek Listesi”. Umarız ilgili yerlere ulaşmıştır ve ulaştırılacaktır;

* Bizim sizlerin desteğine çok ihtiyacımız var ama bazen nasıl isteyeceğimizi bilemiyoruz ve sizin anlamanızı rica ediyoruz,

* Tanıdan sonra bizlere çok yardımcı oluyorsunuz fakat zaman ilerledikçe aslında ihtiyaçlarımızın daha da artıyor olmasını farketmiyorsunuz,

* Biz de sizleri ziyaret etmek istiyoruz fakat tek sunacağınızın “acıma” olmaması koşulu ile,

* Bazen hastalıklarımızdan da konuşabiliriz ama bunu hemen bizimle ilgilenin anlamında algılamamanızı istiyoruz,

* Bizimle ağlayabilirsiniz ama yaptığımız şakalara da beraberce güleceksek,

* Hastalığımız dışındaki pekçok şeyden konuşabiliriz ama bzim hayatımızın bir daha eskisi gibi olmayacağını lütfen unutmayınız.

Zindelikler Dileriz...

4 Kasım 2013 Pazartesi

DiŞLERiNiZDEKi KANAL TEDAViSi VE MEME KANSERi ?

Dişlerimiz vücudumuzdaki en sert maddedir. Dişin ortasında bulunan pulpa boşluğu ise kan damarları ve sinirleri barındıran yumuşak bir bölgedir. Bu boşluğu sarmalayan dentin dokusunda bulunan canlı hücreler sert minerali salgılamakla görevlidirler. Dişin en dışındaki sert mine de dentini koruyan kılıftır.

Diş kökleri çene kemiğine doğru iner ve periyodontal bağlar ile sağlamlaştırılır. Her dişin 1 ile 4 arasında ana kanalı ve varlığı fazla bilinmeyen yardımcı kanalları bulunmaktadır. Kan damarlarımız kılcal damarlara bölünerek vücudumuzun her bölgesine ulaşır ve resimde görebileceğiniz diş tubülleri (borucuk) de buna dahil olurlar.

Diş doktorları kanal tedavisi uyguladıkları zaman kovukları boşaltarak içlerini “gütaperka” olarak adlandırılan bir dolgu maddesi ile kaplar ve diş içerisinde kan dolaşımını engellerler fakat kan dolaşımı kesilmiş olan bakteriler tubüllerin içerisinde tüm antibiyotik ve vücudun bağışıklık sisteminden saklanmış olarak kalmaya devam edebilirler.

Oksijensizlik ve besinsizlik stresi ile bir zamanlar yararlı bakteriler olan bu organizmalar dönüşüm geçirerek anaerobik ve güçlü bir virülan haline gelmeye başlar, toksik patojenleri ile ölü dişin tubülleri içerisinde pusuya yatarak bir yayılma fırsatı beklerler.

Bağışıklık sistemi güçlü olduğu sürece tübüllerden kaçan herhangi bir zararlı yakalanır ve imha edilir. Fakat kanser gibi hastalıklar nedeni ile zayıflayan bir bağışıklık sisteminde enfeksiyon kontrolünde hatalar meydana gelebilir ve değişik organlara göç eden bu organizmalar pek çok yeni problem yaratabilme potansiyeline (kalp, böbrek, romatizma, nörolojik, otoimmün gibi) sahip olurlar.

Konuyu farklı bir açıdan incelemek isteyen Minnesota Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi As. Profesörlerinden Dr. Robert Jones kanal tedavisi ve meme kanseri ilişkisini incelemiştir. 300 kadını kapsayan 5 yıllık bir araştırma sonuçları ise şaşırtıcı olmuştur. Bulgular şu şekildedir;

* Meme kanseri hastalarının % 93 oranındaki bir kısmında kanal tedavisi bulunmaktadır,
* % 7 lik bir kısmında farklı oral bir hastalık bulunmaktadır,
* Çok büyük bir oran ile vücuttaki tümörler ile kanal tedavisi veya oral hastalıklar aynı tarafta bulunmaktadır.

Dr. Jones’ un teorisi bu toksinlerin bir tümör gelişmesini engelleyebilecek proteinleri durdurabilmesi üzerine dayalıdır ve bir alman doktor olan Josef Issel de “terminal” kanser hastalarının % 97 sinde kanal tedavisi bulunduğunu açıklayarak teoriye destek vermiştir.

Eğer bu doktorlar ve araştırmalarda bir mantık ve haklılık payı bulunuyor ise; bağışıklık sisteminizin desteğinin artması vücudunuzdaki “ölü” bir parçadan kurtulmaktan geçiyor olabilir. Tavsiyemiz; diş hekiminiz ile olan ilk randevunuzda kendisi ile bu konuyu konuşmanız ve önerileri doğrultusunda hareket etmeniz olacaktır.

Zindelikler Dileriz…

29 Ekim 2013 Salı

MEME KANSERi TEDAViSiNDE POTANSiYEL BiR ATILIM, YENi HORMON REPLASMAN TEDAViSi (HRT) HAPININ MiLYONLARCA KADINA VE TAMOKSiFEN KULLANICILARINA YARDIMCI OLACAĞI BEKLENiYOR

6000 den fazla kadının yer aldığı araştırma sonuçları açıklanarak yeni bir HRT hapının menopoz semptomlarını dramatik olarak düşürdüğü ve osteoporoz oranlarını azalttığı açıklanmıştır.

Bilim insanları yeni tedavi ilacının “büyük bir umut” oluşturduğunu çünkü günümüzde menopoza yaklaşan kadınların kullandığı ilaçlarının aynı zamanda meme kanseri riskini arttırdığına dikkat çekerek, bazı uzun dönemli ilaçlarını yan etkileri nedeniyle kullanmayı bırakmayı düşünen meme kanseri tedavisi olmuş SURVIVOR kadınların da bu hap sayesinde semptomları azaltacağını ve ilaçlarına rahatlıkla devam edebileceklerini belirmişlerdir.

Bilim insanlarını en fazla heyecanlandıran ise yapılan laboratuvar ortamı denemelerinde hapın aynı zamanda bir tedavi kombinasyonu ile meme kanseri tümörlerininin gelişimini de azaltılabildiği olmuştur.

Uzun yıllardır osteoporoz ve kemik kırılganlığını önlemeye yönelik kullanılan ve aynı zamanda da menopoz semptomlarını rahatlatan hormon replasman tedavisi ilaçlarının östrojen ve progesteron üzerindeki etkileri ile meme kanseri riskini ikiye katladığı ve kalp hastalıklarına yol açtığı çeşitli araştırmalar ile öngörülmüş durumdadır.

Yeni HRT ilacı “DUAVEE” ise kemik kırılganlığında % 40, sıcak basması gibi diğer bazı menopoz semptomlarında ise % 85 e varan oranlarda yüksek etki gösterirken içeriğinde bulunan – bazedoxifene – ile östrojen blokajını da gerçekleştirebilmektedir. İlaç birçok HRT hapında bulunan progesteron da içermediğinden meme kanseri açısından çok daha güvenli olduğu da düşünülmektedir.

Virginia Üniversitesinden Prof. Richard Santen, American Society for Reproductive Medicine konferansında şunları belirtmiştir; “45 yıldır meme kanseri üzerinde araştırmalar yapıyoruz… Eğer yaptığını düşündüğümüz şeyi yapıyorsa, bu müthiş..”

Yeni ilacın tedavisi FDA tarafından 3 Ekim 2013 tarihinde A.B.D. de Ocak 2014 itibari ile kullanımı için onaylanmış durumdadır ve Avrupa’ da da ilaç düzenleyici kurumlar tarafından birkaç ay içerisinde yeşil ışık yakılması için şu anda inceleme altındadır.

Tamoksifen kullanıcılarının % 40 kadarının yan etkileri ile baş edememesi nedeniyle ilacı bırakması ve bunun binlerce hayat kaybına neden olduğunun belirlendiği düşünüldüğünde ise yeni ilacın umut edilen potansiyeli daha iyi anlaşılmaktadır.

Zindelikler Dileriz…
The Telegraph, 18 Ekim 2013 tarihli makaleden özetlenmiştir.

GENEL KURALLARI iLE KiMLER GENETiK TEST YAPTIRTMALI VE NEREYE BAŞVURULMALIDIR ?



National Cancer Institute (NCI) verilerine göre BRCA1 veya BRCA2 gen mutasyonu bulunan kadınların meme kanserine yakalanma riskleri 5 kat fazladır. BRCA mutasyonu taşıyan kadınların oranının ortalama % 1 olduğu ile ilişkilendirildiğinde mutasyon bulunan kadınlar grubunun % 60 kadarının, normal popülasyonda bulunan kadınların ise % 12 sinin hayatlarında meme kanseri ile tanışabileceği öngörülebilmektedir.

Gerçek anlamda % 1 gibi bir mutasyon taşıyıcı oranının bulunması genetik testleri çoğu zaman gereksiz kılmaktadır. Bu bir kişisel tercih de olsa eğer nesilden nesile BRCA2 mutasyonu taşıyan Aşkenazi Yahudileri soyundan gelmiyorsanız genetik test yaptırtmanızı destekleyen bazı noktaları belirtmek bu kararınızda yardımcı olabilecektir;

* Anneniz ya da kızkardeşiniz gibi birinci derece akrabalarınızdan ikisinin, birinin 51 yaşından önce tanı almış olması koşulu ile, meme kanseri tedavisi görmüş olması,
* Üç ya da daha fazla birinci veya ikinci derece akrabalarınızın (büyükanne, teyze, yenge, hala gibi) meme kanseri tanısı almış olması,
* Birinci ve ikinci derece akrabalarınız arasında meme kanseri VEYA over kanseri kombinasyonu bulunması,
* Birinci dereceden tek bir akrabanın her iki memede de tanı almış olması,
* Tek bir birinci veya ikinci derece akrabanızın hem meme hem de over kanseri tanısı almış olması,
* Meme kanseri tanısı konulan herhangi dereceden bir ERKEK akrabanızın bulunması.

Yukarıda belirtilen koşullara sahip ailelerin oranı istatistiklere göre % 2 civarındadır ve belirttiğimiz gibi mutasyon taşıma istatistiği ise % 1 dir. Bu tür ailelerde her kadının BRCA mutasyonu taşıyacağı düşünülemeyeceği gibi aile içerisindeki her meme kanseri vakası da mutasyona bağlanamaz. Bununla birlikte NCI’ a göre BRCA1 ya da 2 mutasyonuna sahip olduğu belirlenen her kadının meme ve/veya over kanseri tanısı alacağı da kesin değildir.

Testler sonrasında BRCA 1 pozitif sonuç alan bazı kadınların (meme kanseri tanısı alabilecekleri kesin olmasa da) koruyucu çift mastektomi operasyonuna yöneldiği görülmektedir. Araştırmalar yukarıda belirttiğimiz yüksek-risk grubundaki kadınlarda koruyucu mastektominin % 90 oranında etkili olduğunu göstermiştir fakat cerrahi müdahalenin de birtakım riskleri bulunduğu için böyle bir kararda doktorlarınızla tüm avantaj ve dezavantajlar ile diğer alternatiflerinizi de konuşmanız yararınızadır.

Yüksek risk grubunda olduğunuzu düşünüyorsanız Türkiye’ de – araştırma projesinin fonu devam ettiği sürece – doktorunuzdan istek götürmeniz şartı ile Çapa’ da bulunan İstanbul Üniversitesi, Onkoloji Enstitüsü, Kanser Genetiği Bölüm Başkanlığı’ na başvurarak ücretsiz olarak testlerinizi yaptırtabilirisiniz.

Zindelikler Dileriz…

23 Ekim 2013 Çarşamba

BESiN TÜRLERi VE ALKALi / ASiT DEĞERLERi BÖLÜM 4 - ET VE KEMiKLER



Et, balıklar dahil tüm hayvanların kas bölgesidir. Fosforik asit içerdiğinden dolayı doğal olarak bir asidize edicidir.

Kemik iliği bir alkali yağ kaynağıdır ve bitkisel bazlı nadir alkali özellikli yağlardan olan zeytinyağı gibi ender rastlanan özelliktedir. Kemikleri yiyemeyiz fakat yiyebilecek olsak bile besin endüstrisi tarafından üretilen hayvanların kemiklerinde bulunan toksin ve kurşun gibi ağır metaller nedeni ile faydadan çok zarar görebileceğimiz öngörülmektedir. Tavsiye edilen ise asit özellikli et yeniliyorsa yanında mutlaka yeşil yapraklı sebzeler içeren bir salata takviyesine sahip olarak asit/alkali dengesini korumak gerektiğidir.

Tüm canlılar gibi insan vücudunda da ağır metallerin yoğunlukla depolandığı bölge kemiklerdir. Çiğ beslenme hayat stilini benimseyen kişilerde ilk birkaç ay sonrasında kan değerlerinde kurşun ve kadmiyum gibi metallerin yükselen oranı vücudun kendini temizleme sürecinin bir parçasıdır ve kalsiyum gibi sağlıklı mineraller ile yer değişiminin bir göstergesidir.

Zindelikler Dileriz…

22 Ekim 2013 Salı

EGZERSiZ SÜRECiNDE VÜCUDUMUZDA NELER OLUYOR ? (Bölüm 2)


BEYiN

Artan kan akışı beyin hücrelerimizin fonksiyonalitesini yükseltir ve egzersiz sonrasında beyin çok daha fazla odaklanabilir hale gelir. Eğer “düzenli” olarak antrenman yapıyorsanız bir süre sonra beynimiz bu kan döngüsüne alışarak bazı genleri kapatıp bazılarını açar ve Alzheimer, Parkinson ve inme gibi bir çok hastalık riskini azaltabilmemizi sağlar.

Egzersiz beynimizdeki nörotransmitterler adı verilen ve endorfinleri de kapsayan kimyasal mesajlama sistemini de tetikler ve modumuzu yükseltir. Burada pompalanan serotoninin etkiside büyüktür. Salgılanan dopamin ile glutamat kol ve bacak hareketlerimize destek olurken GABA yani gama-üminobutrik asit ise dengeli ve kontrollü hareket etmemizi sağlar.

Hippocampus adı verilen beynin bilinç ve duyum merkezi beyne pompalan oksijen ve yeni hücre gelişimi ile öğrenme ve hafıza yetilerini geliştirir. Beynin otonomik sinir sistemini kontrol eden bölgesi olan hipotalamus ise vücut ısısının artması ile terlemeyi sağlayarak vücut su ve tuz dengesinin yenilenmesini sağlar.

Beynimizde egzersizin bize en büyük faydayı sağladığı bölgelerden biri de hipofiz bezleridir. Bu bölge böbreküstü (adrenal) bezlerine hareket için gerekli hormonları salgılamasını mesajlarken büyüme hormonlarını da salgılar. Sınırlı glikojen stoklarını bitiren vücudumuz yeni yakıt aramaya başlar ve büyüme hormonu tam bu noktada devreye girerek metabolizmamıza egzersizde kaslara ihtiyacı olduğunu ve yağ stoklarımızı yakması iletir.

ADRENAL (BÖBREKÜSTÜ) BEZLERi

Egzersiz için kritik önemde olan stres hormonlarımız bu bölgede salgılanır. Kortizol vücudumuzun enerji stoklarının yakıt olarak kullanılmasını sağlarken, adrenalin kalbimizin daha hızlı atarak yüksek pompalama ve oksijen taşınmasını kolaylaştırır.

Zindelikler Dileriz…

University of Pittsburgh School of Medicine ve Mayo Clinic Sports Medicine Center tarafından hazırlanan makalelerden derlenmiştir.

21 Ekim 2013 Pazartesi

EGZERSiZ SÜRECiNDE VÜCUDUMUZDA NELER OLUYOR ? (Bölüm 1)



Kilo kaybetmek, daha fit olabilmek, bir hedefe ulaşmak ya da sadece eğlence amacı için bile olsa, egzersiz sizi değiştirir.
Hepimiz fiziksel olarak aktif bir hayat stili sürdürmenin sağlıklı ve üretken bir yaşamın anahtarı olduğunu bilsek de metabolizmamızın geri planında olan bitenler hakkında fazla bilgi sahibi değilizdir.
Şimdi egzersiz yaptığımızda vücudumuzda tepeden tırnağa oluşan değişiklikleri kısaca tanımaya çalışalım;

KASLAR

Kas hareketini tetiklemek için gerekli enerji glikojen formunda yediğimiz besinlerden depolanmış glikoz ile gerçekleşir. Kullanılan bir diğer yakıt ise ATP olarak bilinen adenozin trifosfattır fakat vücut hem ATP hem de glikoz stoklarını oldukça sınırlı tutmaya çalışır.

Egzersiz ile bu stokların çok çabuk bitirilmesi vücudu oksijen kapasitesini arttırarak yeni ATP üretimine yöneltir. Yük altında olan kaslara daha fazla kan pompalanarak oksijen kapasitesi arttırılır ve oksijen azlığında kaslarda oluşmuş olan laktik asit antrenman bitimini takip eden 30-60 dakika içerisinde vücuttan atılır.

AKCiĞERLER

Egzersiz antrenmanında vücudumuz normalden 15 kata kadar fazla oksijene ihtiyaç duyabilir ve sonucunda daha hızlı ve kuvvetli nefes alırız. Akciğerlerimizi çevreleyen kaslarımızın gücünün yetebildiği oranda bu nefes gücünü arttırabilir ve VO2max denilen maksimum oksijen kapasitemize ulaşırız. Literatürlerde yazılanlardan birisi şudur; Ne kadar yüksek VO2max, o kadar fit bir vücut.

DiYAFRAM

Her kas gibi diyafram da kuvvetli nefesler sonucunda yorulabilir. Diyafram konusunda değişik argümanlar bulunmaktadır. Bazıları diyafram yorulduğunda spazm ve neticesinde keskin bir ağrı ile kendini gösteren kramp oluştuğunu, bazıları krampa diyaframı çevreleyen bağların neden olduğunu bir diğer grup ise spazmların sırt bölgesinden karın boşluğuna giden sinirlere etki eden duruş bozuklukları nedeniyle oluştuğunu öne sürmektedir.

Derin nefes alma ve esneklik hareketleri bir egzersizin ortasında oluşabilecek bu rahatsız edici durumun etkilerini azaltabilmekte ve bir fitness merkezinde geçirilecek saatler gelecekte bu tür bir olasılığı en aza indirebilmektedir.

KALP

Egzersiz yaptığımızda kalbimiz yüksek bir atım hızı ile kan dolaşımını ve oksijen taşınmasını hızlandırır. Çalışan kalp daha verimli bir hale gelir ve uzun süreler boyunca fazla güç gerektiren antrenmanlara olan dayanıklılığı artar. Aslında bu süreç ve kalbin güçlenmesi egzersiz yapılmayan sakin durumlardaki kalp atım hızını düşürür ve günlük toplamda kalbimiz daha az atmış ve daha az yorulmuş olur.

Egzersiz aynı zamanda yeni kan damarları oluşumunu ve tansiyon dengesini düzenler.

BÖBREKLER

Böbreklerimizin filtreleme kapasitesi egzersiz şiddetine bağlı olarak değişir. Yoğun bir egzersiz sonrası idrarda bulunan proteinler daha yüksek seviyelerde filtre edilir. Bu durum su absorbesinin yenilenmesi ve vücudun kendi hidrasyonunu en yüksek düzeyde tutmasını sağlar.

(Devam edecektir…)

20 Ekim 2013 Pazar

BESiN TÜRLERi VE ALKALi / ASiT DEĞERLERi; BÖLÜM 3 – MANDIRA ÜRÜNLERi VE YUMURTALAR

SÜT VE SÜT ÜRÜNLERi

İneklerden elde edilen süt ve süt ürünleri aslında alkali özelliklerdedir, yalnız “eğer” sindirilebilinirlerse. Bu önemli bir “eğer” dir çünkü çoğu insanın inek sütü ve ürünlerini sindirebilecek enzimleri bulunmamaktadır.Oysa kalın yapıdaki inek sütünü parçalayabilmek ve minerallerine ayırma işlemi yeterli enzimler bulunmadan gerçekleşememektedir.

İnek ürünleri, özellikle pastörize olanlar, yapışkan özellikli ve mukus yapıcıdırlar. Pastörizasyon ayrıca yararlı probiyotik kültürleri yani yararlı bakterileri de yok etmektedir.

Yoğurt pastörize edildikten sonra kültürlendiğinden bir kısım probiyotikleri içerse de aslında en kaliteli kültürler hiç pastörize edilmemiş olan kefirde bulunurlar.

78.000 kadını kapsayan 12 yıl süreli bir Harvard çalışması inek sütü tüketen kadınların çok daha fazla osteoporoz ve kırılgan kemik sorunları ile karşı karşıya kaldığını belgelemiştir. (Bkz; “Milk, Dietary Calcium, and Bone Fractures in Women: A 12-year Prospective Study” by The American Journal of Public Health) En yoğun inek sütü tüketen ülkeler olan Birleşik Devletler, Kanada ve Finlandiya’ da en yüksek osteoporoz oranları belirlenmiş ve “Diet for A New America” ve “The Food Revolution” gibi yayınlar ile halk uyarılmaya çalışılmıştır.

Pastörize edilmemiş keçi sütü, keçi peyniri ve keçi kefiri en doğru mandıra ürünü seçimleridir. Yüksek alkali mineral içermesi ve kolay sindirilebilmesinin yanında keçi sütü kompozisyon olarak insan sütüne en yakın üründür.

YUMURTALAR

Yumurtalar çiğ iken akları güçlü enzim inhibitörleri içerirler. Bunun anlamı sindirilebilmeleri için pankreastan iç enzim kullanmaları gerektiğidir. Pişirildiklerinde ise bu inhibitörler yok olmaktadır. Çiğ yumurta sarısı ise pişirildiğinde yok olan yüksek besleyici özellikte lesitin içermektedir. Yumurtalar her şekilde asidize edici özelliktedirler.

Devam edecektir...

MEME KANSERi GENÇ YAŞTA GELDiĞiNDE …



Meme kanseri yaşa bağlı olmaksızın herkesten bir şeyler çalmaktadır fakat 40 yaşın altında iseniz hayatınızın bazı kilometre taşları ve öncül bağımsızlıklarının tehdit ediliyor olması muhtemeldir.

İstatistiklere göre 40 yaşın altında hedef olmuş kadınların göreceli oranı % 7 civarlarında olsa da genç kadınlar daha belirgin endişeler ve daha düşük hayat beklentileri ile boğuşmak zorundadırlar.

Rahatsız edici bir biçimde yaşları 25 – 38 arasında bulunan genç kadınlarda ileri evre / metastatik meme kanseri istatistiklerinin yükseldiği bir dünyada ( American Medical Association rakamın 1970’ li senelere göre özellikle östrojene bağımlı olan türlerde iki kat arttığını raporlamıştır) bu kadınların tedavi süreci dahil kendilerine meydan okunan bazı konularda neler yapabileceği konusunda bazı bilgileri paylaşmak gereklidir.

Kanser tanısından sonra genç kadınların daha yüksek metastatik hastalık riski bulunması bu grup kadın üzerinde daha agresif tedavi metodlarının kullanılmasını düşündürtmüştür. Bu sertleşen tedavilerin uygulanması sürecinde ise aslında bir kadının adet döngüsü, fertilitesi ve bir çocuk sahibi olma hayalleri bazen göz ardı edilmektedir.

ABD’ de gerçekleştirilen anketlerde tanı alan genç kadınların yarıdan fazlasının tedavi sonrası fertilite hakkında ciddi kaygılar edindiğini fakat sadece % 29 unun bu kaygılarını doktorları ile paylaşarak tedavi opsiyonlarında değişiklik sağlayabildiği belirlenmiştir. Bu sürecin en büyük nedeni genç kadınların sahip olabilecekleri seçenekler hakkında bilgi sahibi olmamaları ve tedavinin fertilite üzerindeki etkileri hakkında medikal profesyonellerin sadece % 61’ inin yeterli ya da yetersiz danışma hizmeti verdiğinin gözlemlenmesidir. Sonuç olarak genç kadınların sadece % 4 ü fertilite koruması elde edebilmiştir. Bu paragraflardan çıkartılacak ilk ev ödevi şudur; Genç tanı konulan kadınlarda fertilite hakkındaki bilgilendirme en üst düzeye çıkartılmalıdır.

Genç kadınlarda ikincil kanser oluşumunu önlemeye yönelik olan kemoterapi menopozu tetiklemektedir. Genç kadınlar genelde kemoterapi sonrası adet döngüsüne devam edebilecek durumda olsalar da over bölgeleri çoğunlukla bir dereceye kadar hasar görebilmektedir.

Hormon pozitif genç kadınlarda tedavi sonrası 5 – 10 yıl süre ile tamoksifen kullanılarak kanser nüks oranlarının yarıya düşürülebilmesinin de bir bedeli bulunmaktadır. Tamoksifen doğum kusurları yaratabildiği için çocuk sahibi olma penceresini çoğu kadın için kapatmakta, çocuk sahibi olmak isteyen bazı kadınların tamoksifen kullanımında doktorlarının önerdiği standartın dışına kaymaları ise büyük hayat riski yaratmaktadır. Bu zor durum dışında Tamoksifen ayrıca bir uterus (rahim) kanseri riskini de birlikte getirmektedir ve genç kadınların erken teşhis konusunda jinekologları ile devamlı diyalog içerisinde olmaları kritik ve zorunludur.

American Cancer Society verilerine göre 40 yaş altında meme kanseri tanısı almış kadınların genetik geri planlarına bağlı olarak ikinci primer kanser riski 3 kat, takip eden ikinci bir meme kanseri riski 4,5 kat fazladır. Bu konuda bazı kemoterapi tedavilerinin olumsuz etkileri bulunsa da bu çok küçük oranlarda kalmaktadır. Yine de üst paragraflardan edinebileceğimiz ikinci hedef şu olmalıdır; Terapötik gayretler genelde orta ve üst yaş grubundaki kadınları hedeflemiştir ve genç kadınlar için yeni yaklaşımlar gereklidir.

Bir meme kanseri sosyal destek grubunun içerisinde bulunmanın faydaları büyüktür fakat genç kadınların kendilerini dışarıda hissedebildiği durumlar da gözlemlenmektedir. Çoğu çoktan anne olmuş, aile, çocuk, eş ve menopoz odaklı, üyelerinin finansal problemleri aştığı ve çoğunlukla emekli oldukları destek gruplarında değişen vücut imajları ile yeni bir ilişkiyi nasıl kontrol edebileceğini düşleyen, vücutlarına güvenerek ve severek ikinci bir şansı vermek isteyen, iş hayatlarını ve kariyelerlerini yaratmak ve/veya devam ederek başarılı olmak isteyen genç kadınların aynı mantaliteyi paylaşması ve destek bulması kolay değildir. Öyleyse üçüncü ev ödevimiz; Genç kadınların kendi sosyal dayanışma gruplarını kurmaya teşvik edilmesi ve bu grupların fiziksel aktivite / egzersiz ile vücut kompozisyonlarını yenileme, hayat kaybı risklerini en aza indirgeme, çevresel faktörlerin etkilerini azaltma, kariyer planlamaları ile ilişkiler gibi pek çok konuda da dışarıdan desteklenmesi olmalıdır. Genç kadınlar açısından birçok bilinmeyen bulunmaktadır fakat bilgiye ulaşılması ve paylaşılması kronik bir hastalıkla birlikte devam edebilecek bir yaşamın ilk kuralı olmalıdır.

Zindelikler Dileriz…