25 Ocak 2014 Cumartesi

NONiNVAZiV DUKTAL KARSiNOMA iN SiTU’ NUN GRi BÖLGESi



Kanserin dünyasında siyah-beyaz risk değerlendirmeleri ve belirginlik olduğu kadar gri bölgeler de bulunmaktadır. Minimum biomarker kullanılarak kanserin sadece belirli alt-tiplerinin tam tanısının sağlanabilmesi nedeniyle birçok kanser türünde normal doku ile invaziv kanser arasındaki geniş patolojik bulgu yelpazesi ve genetik testler tümörün mutasyona devam etmesi sebebiyle anlamsız da kalabilmektedir. Noninvaziv (yayılma göstermeyen) DCIS (süt kanallarındaki kanser) tanısındaki gri bölge ve belirsizlik denizi de bunlardan biridir.

DCIS’ da bazı lezyonlar kanseri tetikleyecek, bazıları tetiklemeyecektir. DCIS tanılı bazı kadınlar memelerinin başka bir bölgesinde ya da uzak bölgede bir tümör gelişimi yaşayabilecekken bazıları yaşamayacaktır. Ve hiçkimse her bir birey için ayrı ayrı neler olabileceğini bilmemektedir. Yine de bazı doğru istatistiki bilgileri bilmek endişe ve kaygıya bağlı hayat kalitesini yüksek tutmak için gereklidir.

Noninvaziv DCIS da yaşam sürecinde bir ilerleme riski % 50’ den az olsa da gri bölgenin bu büyüklükte olması kaygı, endişe nedenlerinin en başında gelmektedir ve bu belirsizlik denizinde demir atabilecek bir yer bulmak oldukça önemlidir. Doğru bilgi ise bu çapadır ve bilgiye dayalı tahminler ile yeni bilgilerin değerlendirilmesini sağlamaktadır.

DCIS’ da genel olarak tedavi sonrası seyir şu şekildedir;
* Sistemik nüksetme oranı yaklaşık % 1
* Lokal nüksetme oranı (mastektomi sonrası) % 1
* Lokal nüksetme oranı (meme koruyucu tedavi sonrası) % 10’ dan az.

Bununla beraber yapılan araştırmalarda kadınlara tahminleri sorulduğunda şu cevaplar alınmıştır;
* % 54’ ü 5 sene içerisinde bir nüksetme için kendisini orta-derecede riskli bulmaktadır,
* % 68’ i yaşam süresi içerisinde bir nüksetme için kendisini orta-derecede riskli bulmaktadır,
* % 39’ u 5 sene içerisinde bir invaziv kanser için kendisini orta-derecede riskli bulmaktadır,
* % 53’ ü yaşam süresi içerisinde bir invaziv kanser için kendisini orta-derecede riskli bulmaktadır,
* % 28’ i DCIS’ nun vücutta başka bir bölgeye yayılması için kendisini orta-derecede riskli bulmaktadır.

Araştırma soruları 18 ay sonra tekrar sorulduğunda ise tahminlerin belirgin bir şekilde değişmiş olduğu ve kaygı, endişe seviyelerinin düştüğü gözlemlenmiştir. DCIS’ nun % 50 oranında gelişme göstermeyeceği ya da gelişme gösterse bile hayatı tehdit edici etkisi minimal olacak bir yavaşlıkta seyredeceğinin istatistiki bilgisini bu korkutucu hastalığın karar ve tedavi mekanizmalarından sonra edinmiş olmak endişe seviyelerinin düşüşünde oldukça etkili görülmüştür. Tedavi yöntemlerindeki son durumda ise (2014 senesi Ocak ayı) DCIS tedavisinde Birleşik Krallık 70 yaş üzeri kadınları herhangi bir tedavi almamaları için yönlendirilmekte, Birleşik Devletler ise tümör tek odaklı ise lumpektomi + radyoterapi ve çok odaklı ise sadece mastektomi önermektedir.

Bütün yazılanları bir araya toparlarsak DCIS tanısı alan kadınlarda yüksek endişe ve kaygının nedeni hastalıkları hakkındaki hatalı algılarıdır. Kanser ve tedavisi birçok fiziksel ve psikolojik problem getirebileceği için hayat kalitesinin en üst düzeyde tutulmasının başlıca destekçisi doğru bilgiyi edinmektir. DCIS büyük ölçüde memeyi tehdit etmektedir, hayatı değil.

Zindelikler Dileriz...

21 Ocak 2014 Salı

BAZI MiTLER VE GERÇEKLER

Johns Hopkins Medicine & Cleveland Clinic

MiT : Hormon reseptörü pozitif meme kanseri tedavisinden sonra soya ürünleri tüketmek nüksetme riskini arttırır.
GERÇEK : Soya üzerindeki araştırmalarda yıllar boyu çelişkiler gözlenmiştir. Soyanın belirli östrojenleri mimikleme kapasitesi olduğu kadar bazılarını da bloke edebilme yeteneği vardır. Genel anlamda ise soya sütü, soya filizi, tofu, tempeh gibi doğal besinsel formdaki soyanın güvenilir olduğu ve hayvansal süt ile protein yerine tüketildiğinde sağlığa belirgin katkıları olduğu bulunmuştur. Bununla birlikte konsantre formda işlenerek üretilen soyanın (hap, tablet, toz ve besin destekleri gibi) çok güçlü bir östrojenik aktiviteye sahip olduğu ve hormon reseptörü pozitif hastalar tarafından tüketilmesinin tavsiye edilmediği açıklanmıştır. (ç.n.: bu konu ile ilgili daha önceki bir farklı yazımızdan da yararlanabilirsiniz; http://pembeyevehayata.blogspot.com.tr/2013/06/her-soya-dan-korkmalimiyiz.html )

MiT : Geçmişte meme kanseri tanısı aldığım için hamile kalmamalıyım.
GERÇEK : Erken evre meme kanseri tanı ve tedavisinden sonra hamile kalmanın nüksetme ve/veya hayat beklentisine etkisi hakkında bir kanıt bulunmamaktadır. Genellikle tüm kanser tedavilerinizi (endokrin terapi dahil) bitirdikten sonra bir süre daha beklemeniz önerilir. Hamile kalmak için en uygun zaman hakkında belirli sihirli bir formül yoktur ve doktorunuzla tartışılması gerekmektedir.

MiT : Tamoksifen kullanıyorum, adet dönemim başlamadı ve hamile kalamam.
GERÇEK : Adet döneminizin yeniden başlamaması ya da düzensiz olması halinde bile tamoksifen sizi hamile kalmaktan korumaz. Gerçekte, tamoksifen bir fertilite ilacı olarak düşünülmüştür fakat fetüs üzerinde hasar verebilme potansiyeli bulunmaktadır. Bu ilacı kullanırken hamile kalmamaya özen göstermeniz ve her ilişki seansında hormonal olmayan formda bir doğum kontrol yöntemi kullanmanız önerilmektedir.

MiT : Mastektomiyi seçersem meme kanseri nüksü yaşamam.
GERÇEK : Hernekadar meme dokusunda nüksetme riskini fazlasıyla yokedebilse de lateral ya da bilateral mastektomi meme kanserinin vücudunuzun diğer bir bölgesinde nüksetmesi üzerinde koruyucu bir etkiye sahip değildir ve her iki durumda da doktorunuzun önerdiği kontrol düzenine kesinlikle sadık kalınmalıdır. Bilateral (çift taraflı) mastektomi sonrası geriye kalan çok az meme dokusunda ya da göğüs duvarında bir nüksetme riski olabileceği gibi, lateral (tek taraflı) mastektomi sonrasında ise mutlaka diğer meme için her yıl mamografi kontrollerine devam edilmelidir.

MiT : Kalça ve diz bölgesindeki kemik ağrıları kanserin nüksettiğinin belirtisidir.
GERÇEK : Kanserin yayıldığı fikri oldukça korkutucudur fakat gerçekte eğer kullanılıyor ise aromataz inhibitörlerinin de (Arimidex, Femara, Aromasin) kemik / eklem ağrısı ve eklem tutukluğu gibi yan etkileri de oldukça fazla gözlenmektedir. Bu etkiler aşamalı olarak yıllar içerisinde ortaya çıkabileceği gibi ilaç kullanımına başlandıktan hemen sonra da görülebilmektedir. Eğer aromataz inhibitörü kullanmıyorsanız ve/veya kemik ağrınız kötüleşir ya da sürekli bir hale gelerek hayat kaliteniz ile etkileşim göstermeye başlar ise vakit geçirmeden onkoloğunuza başvurmanız gerekmektedir. (ç.n.: AI kullanımına bağlı eklem ağrılarında egzersizin faydası ile ilgili daha önceki bir yazımıza da ek bilgi olarak göz atabilirsiniz; http://pembeyevehayata.blogspot.com.tr/2013/12/2013-san-antonio-meme-kanseri.html )

MiT : Lenfödem riski oluşmaması için ağırlık kaldırmaktan kaçınmalıyım.
GERÇEK : Düzenli gerçekleştirilen fiziksel aktivite ile ağırlık/direnç egzesizleri meme kanserinin nüksetme riskinin azaltılması üzerinde büyük öneme sahiptir. Ayrıca 2006 senesi ve sonrasında gerçekleştirilen tüm araştırmalar baz alınarak “National Lymphedema Network” tarafından yapılan açıklamalarda süpervize ağırlık antrenmanlarının lenfödem riskini düşürdüğü belirtilmiş, egzersiz şiddet ve süresinin kademeli olarak arttırılması önerilmiştir. Hiç ağırlık kaldırmamanın lenfödem riskini azaltabildiği hakkında bir kanıt bulunmamaktadır. (ç.n: egzersiz / nüksetme / lenfödem hakkındaki pekçok bilgiye web sitemizden www.pembeyevehayata.com erişebilir, ücretsiz süpervize egzersiz programlarımıza katılabilirsiniz.)

MiT : Her yıl mamografi çektirmek radyasyon riskimi yükseltir ve MRI tercih etmem gerekir.
GERÇEK : 40 yaş sonrası önerilen yıllık mamografi çekimlerinin radyasyona maruz kalma riskini yükselttiği hakkında bilimsel bir kanıt bulunmamaktadır. Rutin bir mamografik görüntülemede alınan efektif doz bir kadının üç ay boyunca çevresel faktörlerden alacağı doz ile hemen hemen eşdeğerdir. MRI (manyetik rezonans görüntüleme) ise belirgin bir yanlış-pozitif risk taşımaktadır ve A.B.D. de sadece kişisel/ailesel geçmişleri nedeni ile yüksek meme kanseri riski taşıyan kadınlar için doktorları ile tartışmaları koşuluyla önerilmektedir.

Zindelikler Dileriz...

20 Ocak 2014 Pazartesi

SOSYAL MEDYA; SAKLANMAK YERiNE IŞIK TUTMAK



Sosyal medyada kanserle birlikte yaşam deneyimlerinin paylaşımının sizce nedeni ne olabilir? Kronik bir hastalıkla ilgili özel durumlar neden halka açık forumlarda ifşa edilir?

Sosyal medyanın rolünde bir evrim yaşandığı ve yeni bir iletişim yolu olarak son birkaç yıl içerisinde kullanıcı sayısında bir patlama yaşandığı ortadadır. Ekim 2012’ de yayımlanan Journal of Medical Internet Research - Medikal İnternet Araştırma Bülteni’nde günümüze kadar gerçekleştirilmiş en geniş kapsamlı kronik hastalık bloglama araştırması açıklanmıştır. “Communicating the Experience of Chronic Illness and Pain through Blogging” (Kronik Hastalık ve Acı Deneyimlerinin Bloglama Yolu ile İletişimi) adındaki araştırmada özel hayatlarındaki pekçok şeyi paylaşmaya, kronik hastalık sahibi olan kişileri nelerin motive ettiği üzerine odaklanılmıştır. Varılan sonuçlar şu şekildedir; bloglama ve paylaşım bu kişilerin hastalıkları ile olan ilişkilerini geliştirmiş, toplumdan izolasyon hislerini azaltmış, dış dünyaya tekrar bağlayarak hayatlarına bir anlam kazandırmıştır. Kendi öyküsünü paylaşabilme kabiliyetinin hayat kalitesi algısı üzerinde güçlü bir etkisi olduğu da araştırmanın bulgularındandır.

Kronik bir hastalık kişiyi daha önce ikamet ettiği sağlıklı dünyadan kopartarak yabancı bir ortamda dengeyi sağlamak için çabalamaya yönlendirmektedir. Sağlıklı ve hasta kişi arasındaki geniş uçurum utanç, öfke, kayıp ve korkunun baskısı ile daha da büyümektedir. Sosyal medya ise günümüzde on yıl önce hayal edilemeyecek bir ölçüde dış dünyaya bir bağlantı, bir cevap ve iç deneyimin yansıtılabileceği bir araç olarak rol almaktadır. İlk evrelerde hastalık hakkında bilgi toplama amaçlı kullanılan sosyal medya, sonrasında kişiyi kendi deneyimlerini yansıtma, savunuculuk ve akıl hocalığına doğru uzanan bir yola çıkarabilmektedir. Araştırmadaki bir hasta kendi cümleleri ile şöyle açıklamaktadır; “Önce ben yardım aldım ve şimdi ben yardım ediyorum… bana bu dünyanın bir parçası olduğumu hatırlatıyor.”

Görülüyor ki yeni bir çağa girdik ve bu çağda kronik ve hayat boyu sürecek bir hastalığa bağlı izolasyon ve yalnızlık bulunmamaktadır; hatta metastatik kanser ve terminal dönem gibi mutlu öykülerden uzak olan durumlarda bile.. Erken tanı olsa ve herşeyi doğru yapsa da karşısında zorlu bir süreç bulan bu kişilerin şükran ve cesaret dolu paylaşımlarına da herzaman saygı duyulmalıdır.

Zindelikler Dileriz…

18 Ocak 2014 Cumartesi

AGAVE ŞURUBU… iYiMi, KÖTÜMÜ ?



Bir beslenme tarzı olan "Raw Food" hakkındaki diğer facebook / blog sayfamızda yazdığım bir yazıyı bazı survivor arkadaşlarımızın da kullanmayı tercih ettiğini bildiğimden dolayı bir ek bilgi olarak bu sayfada da paylaşmak istedim.

Çiğ Beslenme - Raw Food; Gençlik, Zindelik ve Sağlık Kulübü'nde paylaştığım bir kısmın tariflerde “bal” kullanılmasını belirtmemden sonra yapılan yorumlarda balın vegan olmadığı ve yerine agave şurubu kullanılması gerektiğini yazanlar oldu. Tabiki “Raw Food” ve “Raw Vegan” kavramları birbirinden farklıdır ve bal vegan değildir. Bununla birlikte, sizlerle agave şurubu hakkında birkaç şey paylaşmak gerektiğini de düşünüyorum;

Agave Şurubu ya da nektarı doğal bir tatlandırıcı DEĞiLDiR. Ek olarak, bir yüksek fruktozlu mısır şurubundan çok daha fazla konsantre fruktoz içermektedir. Şişelerin üzerindeki “raw”, “organik”, “doğal” gibi etiketler ve sanki yerlilerin agave bitkisinden bu tatlandırıcıyı elde ettiğini ima eden resimlerin de sizleri yanıltabileceğini düşünüyorum.

Meksika yerlileri agave bitkisinden bir çeşit tatlandırıcı üretmişlerdir. “Miel de Agave” adı verilen bu tatlandırıcı agave ya da yuka (avizeağacı) besisuyunun birkaç saat “kaynatılması” ile oluşmaktaydı (yani raw kabul edilemeyecek bir yöntem ile) ve Kanada akçaağaç (maple) şurubunun bir Meksika versiyonu gibiydi. Günümüzde ticari olarak satılan agave nektarları ise yuka ya da agave’nin bitkisinden değil, toprak altında bulunan ananas benzeri büyük soğansı kök yumrularındaki nişastadan üretilmektedirler. Bu kökte bulunan nişasta, mısır ya da pirinç nişastası ile aynı özellikleri taşıyan “inulin” adı verilen bir kompleks karbonhidrattır ve fruktoz molekül zincirlerinden oluşmaktadır. Teknik olarak bakıldığında, sindirilmesi güç olan inulin tatlı değildir ve agave bitkisinde bulunan karbonhidratın yarısını barındırır.

Glikoz/İnulin’ den agave nektarı ya da şurubu oluşturma işlemi bir mısır nişastasından HFCS (yüksek fruktozlu mısır şurubu) üretilme işlemi ile tamamen aynıdır. Agave nişastası enzimatik ve kimyasal bir işlem ile % 70 ve üzeri yüksek fruktoz ihtiva eden bir şuruba döndürülür. Yüksek fruktozlu mısır şurubunda bile bu oran % 55 olduğuna göre benim kişisel fikrim Agave Şurubu = Kötü’ dür fakat yine de agave şurubunun düşük glisemik endekse sahip olduğu ve diyabetik bir ürün olduğunu söyleyenler de bulunacaktır.

Öncelikle açıklığa kavuşturulması gereken konu konsantre fruktozun doğada ve meyvelerde bulunmadığı, tamamen insan yapısı rafine bir ürün olduğudur. Doğal olan “levüloz” dur ve enzimler, vitaminler, mineraller, pektin ile lif içerir. Konsantre fruktoz metabolizma tarafından tanınmayıp bağırsaklarda sindirilemediği için karaciğere yönlendirilir, levüloz ise sindirilir. Karaciğere yönlendirilen fruktoz çok çabuk trigliserit ve vücut yağına dönüştürüldüğünden dolayı kan şekerini etkilemeyeceği ve diyabetik uygunluğa sahip olacağı düşünülürse de bence bir farklı durumu daha göz önüne almak gerekir; fruktoz, vücudun doyduğunu hissettiği hormon olan leptin üretimini baskılar; dolayısı ile size daha fazla yemenizi söyler, iç organlar arasına yerleşen en tehlikeli yağ tipini depolamanıza yol açar ve zaman içerisinde insülin seviyeleri ile kan glikoz kontrolünüzün değişmesine yol açar.

Başlık sorumuza geri dönecek olursak; agave şurubu benim kişisel fikrime göre sağlık için kötüdür ve “raw vegan” arkadaşlarımız eğer “bal” konusuna isteksiz yaklaşıyorlar ise farklı bir alternatif arayışları yerinde olacaktır. Doğal tatlandırıcı arayışları hakkında yakında yeniden buluşmak üzere zindelikler dilerim…

15 Ocak 2014 Çarşamba

ONKOLOG – HASTA iLETiŞiMiNDE ŞEFKAT



Bir doktorun medikal bilgi ve rehberliği kanser gibi bir hastalığın tedavi sürecinde en yüksek öneme sahiptir. Bir diğer önemli konu ise doktorun hastanın çektiği acı ve üzüntüyü aktif ve derinlemesine hissedebilme kabiliyetidir. İletişimdeki tutum, konuşma tarzı ve hissedilen şefkatin hastaya taşınabilme tarzı üzerine artık araştırmalar yapılmaya da başlanmıştır.

University of Rochester Medical Center araştırmacılarının Kasım 2011 – Haziran 2012 sürecinde 23 onkolog ve tamamı evre III ile IV‘ den oluşan 49 hasta üzerinde gerçekleştirdikleri araştırmalarında yapılan kayıtlar karşılaştırılarak analizleri “Journal of Health Expectations” da yayımlanmıştır. Şefkat ve merhamet duygusunun bir erdem olarak onkolog-hasta ilişkisinde önemli bir yer tuttuğu açıklanarak onkoloğun davranış ve açıklamalarının bir dış gözlem ile taksonomisi (sınıflandırma bilimi) üzerinde çalışılmıştır.

Kayıtların kalitatif değerlendirmesinde şefkatin üç önemli bileşenine dikkat çekilmiştir; hastanın çektiği acı ve üzüntünün anlaşılabilmesi, yayılan duygusal titreşimler ve çekilen acının adreslenebileceği bir karşı hareket. Direkt ifadelerdeki tarz, yorumlardaki performans ve paralinguistik (sözsüz iletişim) anlatımların tedavi süreci ve iletişimin kalitesinde çok önemli bir yer tuttuğu belirtilmiş, hem hasta hem de doktorlar tarafında bir eğitim gerekliliği gözlemlenmiştir.

Sesteki tonlama, anlayış ve nezaket sağlayan animasyonlar hasta için bir psikolojik destek unsurudur. Zor tartışmaları yönetememek ise hasta açısından belirsizliğe ve hayatın normallerinden yaşanan kayba bağlı yas tutmaya açılan bir kapıdır. Şefkat, iletişimdeki kalitenin tek belirleyicisi olmasa da konuşmanın hazırlayıcı unsurlar ve bağlayıcılığı açısından geneline yayılmış olması gereken bir beklentidir.

Zindelikler Dileriz…

14 Ocak 2014 Salı

KiLO ALIMI VE EĞiTiM SEViYESiNiN MEME KANSERiNiN TEDAVi SONRASI SEYRi iLE iLiŞKiSi



San Antonio Meme Kanseri Sempozyumu, 10-14 Aralık 2013, Sunum: P6-06-14
Zelek L, Touvier M, Galan P, Hercberg S., CHU Avicenne, Bobigny, Fransa; INSERM/ U1125 INRA/ CNAM/ Université Paris 13, Bobigny, Fransa


AMAÇLAR : Hayat Stili Risk Faktörleri ve Meme Kanserinin Tedavi Sonrası Seyri Arasındaki İlişkilerin Belirlenmesi

METODLAR : SU.VI.MAX klinik denemesi ile 13017 hanımdan oluşan veri bankası 1990’lardan günümüze doğru incelenmiş, randomize olarak düşük doz beta-karoten, C ve E vitaminleri, çinko, selenyum kullandırılan grup ile ile plasebo grubu arasındaki ilişkiler, klinik çalışmaya dahil edildikten sonra meme kanseri tanısı almış hanımlar açısından taranmıştır. Tanı öncesi kaydedilen ve çalışma sürecinde takip edilen veriler şunlardır; Antropometrik (insan vücudunun ölçüm bilimi) boyutlar, kilo alımı, fiziksel aktivite, sigara ve alkol kullanımı, eğitim seviyesi, sosyo-ekonomik durum ve ilaç kullanımları. Tüm veriler tanı öncesi toplanmış ve 50 yaş altı tüm hanımlar düzenli mamografiye yönlendirilmişlerdir. Medikal raporlar tümör boyutu, histolojik evre, mitotik (hücre bölünme) sayım, ER ve PR reseptör durumları, nodlar ve adjuvan terapi (kemoterapi – hormon terapisi) açısından taranmış, yalnız 1990 lı yıllarda HER2 statüsü pekçok hasta açısından izlenememiştir. Analizler SAS 9.2 yazılımı kullanılarak gerçekleştirilmiştir ve1994 yılından itibaren tanı alan 231 hasta üzerinde yoğunlaşılmıştır.

SONUÇLAR : Kilo alımının çok kuvvetli bir şekilde daha büyük tümör boyutu ve buna bağlı olarak tedavi sonrası hastalığın seyri ile de ilişkili olduğu bulunmuş, kanser sonrası % 10 dan fazla kilo alımının daha büyük tümör boyutu için bir alt taban olduğu belgelenmiştir. Aynı zamanda kilo alımının meme kanseri survivor hanımlardaki nüksetme riskini arttırdığı hakkındaki (Caan et al. AACR 2011) araştırması da desteklenmiştir.

Sadece yürüyüş olarak gerçekleştirilen (günde 1 saatten fazla yürüyüş yapan grubun, 1 saatten az yürüyüş yapan gruba oranlanması ile) fiziksel aktivite ile tümör boyutu arasında bir ilişki saptanmamıştır.

Eğitim seviyesi post-menopoz meme kanseri için bir risk olarak kabul edilmiş ve (Hussain SK et al. Int J Cancer 2008) araştırmasında eğitim seviyesi ile meme kanseri hastalık seyri arasında bulunan ilişkiye atıfta bulunulmuştur. Çalışmada yer alan 50 yaş altı tüm hanımların mamografi taramasına katılmış olması bu bulgunun taramalar ile değil hayat stilleri ile ilişkili olduğu kanısını oluşturmuştur.

Antioksidan kullanımı hala bir tatışma konusudur ve çalışmada yukarıda bulunan “metodlar” bölümünde adı geçen antioksidan takviyeleri ile meme kanseri hastalık seyri arasında bir ilişki görülmemiştir.

PEMBEYE VE HAYATA NOTUMUZ : 2013 San Antonio Meme Kanseri Sempozyumu sunumu sonuçları bizlere kilo alımı ile meme kanseri arasındaki ilişkiyi yeniden gösterirken, herzaman önerdiğimiz kurallı ve gözetimli egzersizin önemini de ortaya çıkartmıştır. Birçok hanımın sadece günlük yürüyüşler yaparak fiziksel aktivite ya da egzersiz yaptığını düşünmesi hastalığın seyri açısından büyük bir anlam taşımamaktadır ve isteğimiz; vakit bulabilen survivor hanımların pembeyevehayata@gmail.com adresimizden kayıt ile ücretsiz egzersiz programlarımıza katılmasıdır.

Zindelikler Dileriz…

8 Ocak 2014 Çarşamba

BROKOLi FiLİZLERiNiN YÜKSEK ANTi-KANSER ETKiSi VE EVDE YETiŞTiRME YÖNTEMi

Bilim insanları brokoli filizleri yemenin hastalıklardan korunma ve tedavide etkili olduğu hakkında kaydadeğer bulgulara ulaşmaktadırlar. Genç brokoli sebzesi olan brokoli filizleri ise özellikle kanserden korunma üzerine odaklanan araştırmacılar tarafından incelenmektedir.

20 yıldan uzun bir süredir doktorlar hangi tür beslenme düzeninin kanserden korunmada yardımcı olabileceği üzerinde çalışmaktadırlar. Sebzeler ve meyvelerin yararlarının gösterildiği pek çok çalışma dışında Johns Hopkins ve diğer bazı üniversiteler yaptıkları araştırmalarda brokoli filizlerinin kanser ile savaşta en etklili doğal yöntemlerden biri olduğuınu işaret etmişlerdir.

Filizlerde bulunan bir kimyasal olan “sulforafan” meme ve prostat kanserinden korunma ve tedavi sürecinde fayda sağlamaktadır. Normal brokolilerde bulunan sulforafan yoğunluğu hiçbir zaman bir brokoli filizinde bulunabilen orana yaklaşmamaktadır. Johns Hopkins araştırmacılarından farmakoloji profesörü Paul Talalay, M.D., çalışmalarında 3 – 4 günlük brokoli filizlerinin normal brokolilerden 20 – 50 kat fazla kemoprotektif ajan içerdiğini ve kanser riskini düşürmede basit bir çözüm olabileceğini açıklamıştır.

Kanser-oluşturan ajanlara karşı direnç kazandırabilen beslenme kaynakları üzerindeki sistematik araştırmalar Hopkins grubunu faz 2 detoksifikasyon enzimi mobilize edebilen yenilebilir bitkiler üzerinde çalışmaya yönlendirmiştir. Bu enzimlerin kanser-oluşturabilen reaktif ve yüksek tehlike içeren kimyasalları DNA’ ya hasar vermeden önce nötralize edebilme ve kanser oluşumunu önleyebilme özellikleri bulunmaktadır. Johns Hopkins Brassica Kemokoruma Laboratuvarı yöneticisi ve bitki fizyoloğu olan Jed Fahey, sulforafan’ ın faz 2 enzimlerin en büyük destekçisi olduğunu ve brokoli filizlerinde alışılmadık oranda yüksek bulunan “glukorafanin” in de sulforafan’ ın bir ön belirleyicisi olduğunu açıklamıştır.

Bitki uzmanları sofralarda brokoli yerine brokoli filizlerine geçilmesini bu terapötik etkiler nedeni ile önermektedirler. Brokoli filizleri raw (ham) olarak yenilebildiği gibi destekleyici içeriğini kaybetmeden buharda 48 °C altında ısıtılarak tüketilmeye de uygundurlar – uzun süreli pişirmediğiniz sürece-.

Brokoli filizlerini kendiniz yetiştirmek isterseniz aşağıdaki adımlar size yardımcı olacaktır;

1- Öncelikle işlem görmemiş ve tarım ilaçlarından etkilenmemiş organik brokoli tohumları bulmanız gerekecektir. Yaklaşık 1 yemek kaşığı tohum 13cm² lik bir alan için yeterlidir.
2- 10 cm derinlikte şeffaf steril bir kap brokoli filizlerinizi yetiştirmeniz için uygundur.
3- Tohumlarınızı ılık temiz su içerisinde 24 saat bekletiniz, sonrasında akan soğuk su altında yıkayınız ve bir süzgeç üzerinde bekleterek kalan suyunu akıtınız.
4- Steril kabınızın alt kısma birkaç kat ıslak beyaz peçete döşeyiniz.
5- Islak peçete üzerine ince bir tabaka tohum sepişterek başka bir peçete ile örtmeden üzerleri açık bir şekilde bırakınız.
6- Üzerinde mutlaka havalandırma sağlayabilecek delikleri bulunan şeffaf bir kapak ile kabınızı kapatınız.
7- Kabı direkt güneş ALMAYACAK şekilde cam kenarına bırakınız. 21ºC oda ısısına ulaşmak peçete üzerinde filizlenme için gerekli olduğundan oda soğuk ise kabınızı bir floresan lamba altına yaklaştırınız.
8- Oluşacak brokoli filizlerini 3 – 5 gün içerisinde el ile toplayınız ve zar/kabuklarından kurtulmak için durulayınız.

Zindelikler Dileriz…

7 Ocak 2014 Salı

35 YAŞ SONRASI iLK HAMiLELiKTE ARTABiLEN MEME KANSERi RiSKi



Araştırma Sonucu: 6 Ocak 2014, BCM

İlk hamileliklerini 35 yaş sonrası yaşayan kadınlarda meme kanseri riskinin artabileceği açıklanmıştır. Baylor College of Medicine (BCM), Lester & Sue Smith Meme Merkezi araştırmacılarından Doç. Dr. Yi Li tarafından yürütülen çalışmanın açıklamasında hamilelikte yaşın meme kanseri riski üzerinde ters etki yarattığı ve bu konunun STAT5 adı verilen faktör ile ilişkili olduğu belirtilmiştir.

Aslında ilk hamileliğin meme kanseri riskini azaltıyor olduğu bilinse de, 35 yaş üzeri kadınlarda ilk hamileliğin tam ters bir etki yarattığı düşünülmektedir. Hamilelik ve emzirme dönemi hormonlarının STAT5 adı verilen proteini kısmen aktive ederek memede büyüme sağladığı bilinmektedir. Sütten kesilme döneminde ise normal meme hücrelerindeki STAT5 protein aktivitesi kaybolmakta ve STAT5 tarafından denetlenen hücrelerin çoğu apoptosis adı verilen programlı hücre ölümü ile karşılaşmaktadır. Meme dokusunda oluşan bu yeni modelleme muhtemel bir bölünerek çoğalma ve kanser-oluşturabilen mutasyonların önünü kesmekte olduğundan genç kadınlardaki risk azaltıcı koruyucu etkiyi açıklamaktdır.

Bununla birlikte, daha yaşlı kadınlarda kanser-oluşturabilen bazı mutasyon birikmelerinin önceden oluşmuş olabileceği ve STAT5 proteinini aktif tutarak programlı hücre ölümünden kaçma ve kanser oluşumuna yol açabileceği gözlemlenmiştir. Pre-kanserojen lezyonlar hamilelik ile tetiklenen STAT5 aktivasyonunu sütten kesilme döneminin sonunda da kapatmamakta ve yaşa bağlı lezyonların fazla olduğu kadınlarda meme kanseri riski de büyümektedir.

Bu hipotez araştırmacılar tarafından laboratuvar ortamında kanıtlanmıştır ve Dr. Li’ nin çalışmalarının meme kanserinden korunmada bazı cevaplara ışık tutarak yeni stratejiler – STAT5 proteinini bastırarak programlı hücre ölümünün normal olarak devamı sağlayan ilaçlar gibi - geliştirilmesine yardımcı olacağı düşünülmektedir. Bu çalışmanın devamının yüksek meme kanseri risk grubundaki kadınlar için de oldukça faydalı olacağı düşünülmektedir.

Programa alınan ilk klinik çalışmalarda cerrahi müdahale için bekleyen DCIS (duktal karsinom in situ) tanılı kadınlar ile pre-malign lezyonlara sahip olduğu düşünülen kadınlara iki hafta süre ile STAT5 inhibitörü verilerek cerrahi müdahaleden sonra dokular çalışmanın efektifliğini ortaya çıkartmak için incelenecek, sonrasında daha geniş kitleler ile meme kanserinden korunmaya farklı bir yaklaşım üzerinde çalışmalar planlanacaktır.

Zindelikler Dileriz…

TEDAVi BiTiMiNiN DUYGUSAL CEVABINA HAZIRMIYIZ?



Onkolojik bakımın tedavi fazı bir aktiviteler döngüsüdür. Birçok şey olur; genelde uzun dönemli (semptomlar, testler, tanı, cerrahi müdahale, kemoterapiye başlamak), bazen de simultane (test sonuçları beklemede iken ameliyat planlaması gibi) aktiviteler ile geçen bu süreç randevular ve sistematik tedavi prosedürleri ile devam eder. Hastanın önündeki aylar, bazen de yıllar bir takvim üzerinde planlanır, fakat tedavi sürecinin bitmesi ile şaşırtıcı yeni bir süreç gelir; aktivitesizlik fazı.

Tedavi başarısının etkilerinden bağımsız, hastalar tedavi sürecini tamamladıklarında tanı öncesi bulundukları yerden çok farklı bir yerde konumlanırlar. Artık eski hayatları yoktur; endişe ve merak boyutu olan ama yapılacak bir şey bulunmayan, öngörülen randevu ve check-up’ ların zamanın uçurumlarında kaybolduğu bir yeni faz.

Bazen kanserin travması tedavi bitiminde kendisini daha şiddetli hissettirir ve bu hem hasta hem de ailesi için bir sürpriz olur. Aile ve arkadaş çevresi tarafından kanserin artık geçmişte kaldığı ve hayata devam edilmesi gerektiği söylense de hasta üzgündür. Semptomların artık olmadığı ve mutlu olunması gereken bu dönemin aslında kanserin pasif fazı olduğu ve uyumun pek de kolay olmadığı ise anlaşılamaz çünkü cesur bir savaştan sonra beklemenin ve izlemenin sessizliğinin dayanılmaz olabileceği hasta ve ailelere maalesef anlatılmaz.

Onkolojik tedavi sürecinin “sonrasında” birçok duygusal tepki gelişebileceği artık tedavi sırasında söylenmelidir. Ancak bu şekilde pasif faza giriş için hazırlık yapılabilir, hasta ile sevenleri arasındaki olası iletişim bozukluğuna meydan okunabilir ve vücut kendini onarmaya çalışırken duygusal iyileşme için de yardımcı olunabilir. Eğer herşeyin tedavi bitiminden önce geldiğine odaklanırsak, tedavi sonrası olabilecekleri küçümsemiş olmazmıyız sizce?

Zindelikler Dileriz…

3 Ocak 2014 Cuma

AKUPUNKTUR VE MEME KANSERi TEDAVi SEMPTOMLARI



23 Aralık 2013 tarihli “Cancer” da yayımlanan bir araştırmada meme kanseri tedavisi görmüş ve sonrasında AI - aromataz inhibitörü (Femara, Arimidex, Aromasin gibi) kullanan kadınlarda gerçek (RA – Real Acupuncture) ve yalancı (SA – Sham Acupuncture) akupunktur desteğinin tedaviye bağlı bazı semptomlar üzerinde yararlı etkileri olabileceği belirtilmiştir.

Maryland Universitesi, Baltimore Greenebaum Kanser Merkezi araştırmacılarından Ting Bao, M.D. ve arkadaşlarının yaptıkları araştırmalarda Evre 0 – III arası postmenopoz kadınlarda aromataz inhibitörü kullanımına bağlı kas-iskelet semptomları belirlenen 47 kişi sekiz haftalık RA ve SA akupunktur seanslarına alınmışlardır.

Araştırma sonuçlarında hem gerçek akupunktur (RA) hem de yalancı akupunktur (SA) seansına katılan kadınlarda epidemiyolojik depresyon skalasında; sıcak basması şiddeti ve tekrarlanma sürecinde, sıcak basmasının günlük hayat ile etkileşim skalasında ve NSABP – Ulusal Cerrahi Adjuvan Meme ve İntestinal Projesi kapsamı menopozal semptomlarında iyileşme görülmüş, afrika kökenli siyahi ırkta gerçek akupunkturun daha etkili olabileceği gözlenmiştir.

Araştırma yazarlarının hiçbir farmasötik endüstri kuruluşu ile finansal bağları bulunmamaktadır.


Zindelikler Dileriz…

2 Ocak 2014 Perşembe

ÇAMAŞIR YUMUŞATICILARINDAKi KANSEROJENLER VE ALTERNATiFLER




Çamaşır yumuşatıcıları sentetik kumaşlardaki statik yük ve sabitlemeyi azaltmak amacı ile tasarlanmışlardır ve organik doğal kumaşlarda etkileri çok azdır. Çamaşırlarınızda bıraktıkları, uzun süre kalabilen ve yıkama ile çıkmayan kimyasal artıklar ise ütüleme sırasında ısıya maruz kaldıklarında salgıladıkları buharlar ile hem çevre hemde soluyan ya da cilt teması kuran kişiler için tehlike yaratmaktadırlar.

Çamaşır yumuşatıcılarında bulunan konsantre kimyasal ve koku vericilerin başlıca toksik etkileri arasında;
* Pankreas Kanseri,
* Merkezi Sinir Sistemi Bozuklukları,
* Başağrısı,
* Bulantı, Kusma,
* Başdönmesi,
* Solunum Yolları ve Mukus Membran Problemleri ile
* Cilt İritasyonu sayılabilmektedir.

Birleşik Devletler Çevresel Koruma Örgütü (EPA), endüstri tarafından yayınlanan Malzeme Güvenlik Belgeleri’ ne (MSDS) dayanarak yaptığı bildirimlerde çamaşır yumuşatıcılarında çoğu test edilmemiş alttaki kimyasal kombinasyonların bulunabileceğini açıklamıştır;
* Formaldehit : Zehirli bir kimyasaldır.
* Benzil asetat : Pankreas kanserine yol açabilmektedir.
* Etanol : Merkezi sinir sistemi bozukluklarına yol açabilmektedir.
* Limonen : Bağışıklık sistemi, Karaciğer, Böbrekler, Gastrointestinal, Sinir Sistemi, Solunum Sistemi, Deri ve Duyu Organları için toksik kabul edilmektedir.
* A-Terpineol : Solunum sistemi ve merkezi sinir sistemi problemleri dışında ölümcül ödem oluşumuna yol açabilmektedir.
* Etil Asetat : Narkotik etkili tehlikeli bir atıktır.
* Camphor : Merkezi sinir sistemi bozuklukları yaratabilmektedir.
* Kloroform : Nörotoksik, Kanserojen ve Anesteziktir.
* Linalool : Narkotik etkisi ile merkezi sinir sistemi bozuklukları yaratabilmektedir.
* Pentan : Solunumu zararlı bir kimyasaldır.

Eğer hala yumuşatıcılara ihtiyacınız olduğunu düşünüyor fakat giysilerinizde sizinle birlikte kimyasallar taşımak istemiyorsanız toksik olmayan birkaç organik alternatifi kullanmayı da deneyebilirsiniz;
* Yıkama sürecinde organik ve kokusu az bir sirke ilave edebilirsiniz,
* Yıkama sürecinde karbonat (sodyum bikarbonat) ilave edebilirsiniz,
* ve Kurutucu kullanıyorsanız bir organik kumaş üzerine organik sirke sıkarak çamaşırlarınız ile birlikte makineye atabilirsiniz.

Zindelikler Dileriz…