30 Kasım 2013 Cumartesi
KOLESTEROL VE MEME KANSERi TÜMÖRÜ
Kardiyovasküler hastalıklar ile ilişkilendirilen arter-tıkayıcı bir molekül olan kolesterolün yol açabileceği olası bir sorun daha 29 Kasım 2013 tarihli “Science” da yayınlanmıştır.
Vücut tarafından metabolize edildiğinde potansiyel bir östrojen-benzeri moleküle dönüşerek meme kanseri hücre gelişimini tetikleyebildiği yapılan deneyler ile saptanan kolesterol, ayrıca hiperkolesterolemi vakalarında östrojen hormon reseptörü (ER) pozitif meme kanseri hastalarının endokrin terapilerine verdiği cevabı da düşürebilmektedir.
Duke Kanser Enstitüsü, Farmakoloji ve Kanser Biyolojisi Departmanı araştırmacısı Donald McDonnell, Ph.D, yaptığı açıklamada kolesterolün kendisinin değil fakat yan ürünü olarak kabul edilebilecek bir metabolitinin (27HC) östrojen hormonunu mimikleyerek bağımsız bir şekilde meme kanseri tümörünü besleyebildiğini belirtmiştir. Açıklamanın devamı özetle şu şekildedir;
“Bugüne kadar obezite ile meme kanseri ve yüksek kolesterol seviyeleri ile meme kanseri arasındaki ilişkiyi gösteren pekçok araştırma yapıldıysa da oluşan mekanizma tam olarak belirlenebilmiş değildi. Şu anda ise kolesterol seviyelerini düşürmenin ya da 27HC’ ye dönüşümü ile etkileşim sağlamanın meme kanserinden korunmada iyi bir strateji olabileceğini söyleyebiliriz.”
Bulunan öncü değerler hayvanlar ve tümör örnekleri üzerinde gerçekleştirilmiş ve özellikle post-menopoz kadınlar üzerinde etkisi görülmüştür. Yine de aradaki bağlantıyı net olarak gösteren ilk araştırma olması bizlere beslenme stili ve kolesterol değerlerinin önemini göstermektedir.
Zindelikler Dileriz...
28 Kasım 2013 Perşembe
DESTEK ALMANIN POSTTRAVMATiK GELiŞiME KATKISI
17 Ekim 2013 tarihli Psycho-Oncology sayısında 1. ve 2. evre meme kanseri tanısı almış 653 kadının katılımı ile tamamlanmış bir araştırma sonucu tedaviyi takip eden 1,5 yıl içerisinde kadınların kişisel gelişim gösterdiğini öngörmektedir ve posttravmatik stres bozukluğu çoğu kişi tarafından bilinse de hayatın ciddi bir meydan okuması karşısında bir cevap olarak oluşan pozitif psikolojik değişimin adı olan “posttravmatik gelişim” de artık kendisini duyurmaya başlamıştır.
Aslında optimistik davranışların baz alınarak ölçülmesinin hedeflendiği araştırmada ilginç bir sonuç olarak kişisel değişimin bu kritere bağlı olmadığı bulunmuştur. Wake Forest Baptist Medical Center, Winston-Salem, N.C. de Halk Sağlığı Bilimleri Profesörü olan araştırmacı Suzanne Danhauer’ a göre durum sadece bardağın dolu tarafını görmek değildir ve hayatındaki kişilerden yardım talep eden, hayata daha sıkı sarılarak aile ile arkadaşlara daha yakın olan kadınlarda daha fazla kişisel gelişim bulgulanmıştır. Düşünülen ana neden kendi savaşları hakkında konuşmanın ve paylaşımın verdiği “gelişim” desteğidir ve bu da bizlere sağlık sistemlerinde destek gruplarının önemini göstermektedir.
Tanıdan 8, 14, 20 ve 26 ay sonrası kadınlara yöneltilen sorularda hayata bakışları, kişisel ilişki durumları, ruh hallerinde yaşadıkları değişiklikler ve yeni olasılıklara açık olmaları ele alınmış ve sosyal desteği yükselmiş olan kadınlarda daha fazla kişisel gelişim görüldüğü belirtilmiştir. Memorial Sloan-Kettering Cancer Center, New York City psikiyatristi Dr. Mary Jane Massie bu deneyimden kadınların pozitif bir ders çıkarttığını belirterek, konu hakkında konuşmak istemeyen kadınların da paylaşıma teşvik edilmesinin önemini vurgulamıştır.
Araştırmacıların dikkatini çektiği bir başka nokta da; bazı kanser hastalarının “pozitif düşünme” ye şartlandırıldığı ve bu kişilerin beklentilere cevap veremeyince suçluluk hissettikleridir. Bu nedenle bu tür bir duygu uyandırılmamalıdır ve her hastanın kendisine özgü bir yolu bulunabileceği göz önüne alınarak sadece bazı kadınların böyle bir deneyim geçirdiklerinin bilinmesi sağlanmalı, bir kural gibi gösterilmemelidir.
Zindelikler Dileriz…
MEME BEZiNi ETKiLEYEN ÇEVRESEL KANSEROJENLER; 1- KANOLA YAĞI BUHARI
“Tekli Doymamış Yağ” (monounsaturated) grubuna giren kanola, fındık ve zeytinyağının meme kanseri riskini azaltabildiği hakkında pekçok araştırma bulunmaktadır ve kullanımı önerilmektedir. Yalnız bu araştırmalarda eksik olan kısım kanola yağının ısıtılması ile ortaya çıkan kimyasallardır.
1,3-Butadiene, solunum sistemi ile vücudumuza giren bir kanserojendir. Genellikle araç egzost sistemlerinde bulunan 1,3-Butadiene, gıda endüstrisinin bazı kesimlerince paketlemede kullanılsa da besinlere geçtiği hakkında bir kanıt henüz oluşmamıştır. Bunun yanısıra kanola yağının ısıtılması sürecinde büyük ölçüde açığa çıktığı güçlü araştırmalar ile kanıtlanmıştır ve solunması özellikle meme bezi kanserojeni olması açısından önerilmemektedir.
Eğer sağlık açısından kanola yağını tercih ediyorsanız, ısıtma / pişirme işlemlerinizi buharını solumadan ve ortamı mümkün olduğunca havalandırarak gerçekleştirmeniz meme kanseri riskinizde etkili bir adım olacaktır.
Zindelikler Dileriz…
Kaynaklar:
1- Owen PE, Glaister JR, Gaunt IF, Pullinger DH. Inhalation toxicity studies with 1,3-butadiene. 3. Two year toxicity/carcinogenicity study in rats. Am Ind Hyg Assoc J. 1987; 48: 407–413.
2- National Toxicology Program: Department of Health and Human Services. 11th Report on Carcinogens. Washington, DC: Department of Health and Human Services; 2005.
27 Kasım 2013 Çarşamba
SiZ, KIZINIZ VE ÇEVRESEL KANSEROJENLER
Bütün hastalıklar gibi meme kanseri oluşumunda da hem genetik hem de çevresel koşullar etkilidir ve çevresel koşullara olan bu bağımlılık meme kanserini geniş anlamda korunulabilir bir hastalık haline getirmektedir. Genetik yapımızı değiştiremeyeceğimize göre çevresel koşullarımızı düzeltmeye odaklanmamız kanser riskinin azalmasında büyük rol oynayabilmektedir; tabiki bu çevresel faktörleri anlamamız koşulu ile…
Bir kadının hayatı boyunca ergenlikten gebeliğe, emzirmeden menopoza doğru hızlı değişimler geçiren dinamik organı olan memeleri hormon reseptörleri ile doludur. Bu nedenle meme kanserinin çevresel koşullara bağımlılığı ile ilgili araştırmalar son yıllarda meme gelişim sürecinin kritik aşamalarında östrojen-benzeri etkileşimler gösterebilen kimyasalların araştırılmasına yönlendirilmiştir. İşin en ürkütücü yanı ise bu kimyasalların büyük bir kısmının evlerimizde günlük kullanımda olan ürünlerde bulunmasıdır.
Sürprizlerden ilki; ABD dahil pekçok hükümetin ev ve kişisel kullanım için üretilen ürünlerdeki kimyasallara yönelik standart bir kanserojen testi isteği bulunmaması olmuştur. Konuya meme kanseri açısından bakıldığında; östrojenin özelliklerini mimikleyebilen ve/veya meme kanseri tedavi ilaçları ile etkileşime girebilecek ürünlerin toksik madde kontrol yasaları 1976 yılından kalmadır (TSCA 1976) ve 37 yıldır güncelleştirilmemiştir.
Meme kanserinin bu derece yaygınlaşması üzerine devreye giren konsorsiyumlar kanserojenleri detaylı olarak teşhis edebilmek için araştırmalara başlamışlardır ve amaç kanser riskine ek olarak meme gelişiminin tüm evreleri üzerinde de ayrı ayrı çalışmalar yaparak gıda ürünleri ve kimyasal ürünlerde gerekli kontrol yasalarının çıkması için hükümetleri uyarmaktır.
50 yaşın altındaki kadınlarda yükselen oranlarda görülen ve pek çok tanıda da genetik faktörlerin rol oynamadığı meme kanserinde artık ilaç sektöründeki gelişmeler ile uzun yaşamak mümkün olsa da tedavi yolculuğundaki fertilite, nüksetme riskleri ile duygusal ve fiziksel darbeler hiçbir zaman gözardı edilmemelidir. İlgili konsorsiyum araştırmalarından derleyerek sunmayı planladığımız çevresel kanserojenler ile devam edeceğimiz konunun ileriki yazılarını okumadan önce ise her kadının kendisine sorması gereken soru şudur; “Kendim ve özellikle kızım için bu hastalıktan korunmada neler yapabilirim?”
Zindelikler Dileriz…
23 Kasım 2013 Cumartesi
AROMATAZ iNHiBiTÖRLERiNDEN OLUŞAN EKLEM AĞRILARI iÇiN ELEKTRO-AKUPUNKTUR
Pennsylvania Üniversitesi, Perelman Tıp Fakültesi araştırmacılarının meme kanserinde kullanılan aromataz inhibitörleri nedeniyle oluşan artralji (eklem ağrısı) semptomlarının akupunktur tedavisi ile azaldığının bulgulandığı çalışması 28 Ekim 2013 tarihli olarak European Journal of Cancer’ da yayınlanmıştır.
Dr. Jun Mao, M.D., MSCE, açıklamasında artralji nedeni ile ağrı yaşayan meme kanseri hastalarında akupunkturun ağrı kontrolünde büyük rol oynadığına dair kuvvetli kanıtlar bulunduğunu ve gözlemlenen yan etkilerinin hafif ve kısa dönemli olduğunu belirtmiştir.
Aromataz inhibitörü (anastrozole-Arimidex, exemestane-Aromasin, letrozole-Femara) kullanan kadınların % 50 sinde görünen eklem ağrıları nedeniyle hastaların % 20 si tedaviyi yarım bırakmak zorunda kalmaktadır ve bu araştırmadaki kadınlar da üç ay süre ile ağrı yaşadıklarını belirtmişlerdir. Üç gruba (elektro-akupunktur, sham-yalancı akupunktur, kontrol grubu) ayrılarak araştırmaya dahil edilen kadınlarda 8 haftalık elektro-akupunktur seansı grubunda ağrı hissedenlerde % 43 lük bir oranda azalma dönüşü elde edilmesi 2010 senesinde Jounal of Clinical Oncology’ de yayınlanmış olan NewYork-Presbyterian Hospital/Columbia University Medical Center araştırmacılarının aynı konudaki çalışmasını da desteklemektedir.
Akupunktur kanser tedavisine bağlı diğer yan etkiler üzerinde de etkili olabilmektedir ve American Society for Therapeutic Radiology and Oncology 2008 senesi toplantısında akupunkturun kanser hastalarındaki terleme ve sıcak basmaları üzerindeki olumlu etkileri de ayrıca belirtilmiştir.
Zindelikler Dileriz…
22 Kasım 2013 Cuma
TAMOKSiFENi METABOLiZE EDEBiLiYORMUSUNUZ?
İlaç metabolizmasında, normal enzim seviyeleri ilaçları metabolitlere dönüştürmektedir. İlaca bağlı olarak bu metabolitler tedavi edici (terapötik), zararlı veya inaktif (etkisiz) olabilmektedir.
Yaklaşık 10 yıllık bir süre boyunca araştırmacıların bir karaciğer enzimindeki genetik farklılığın hormon tedavi ilacı tamoksifen’ in efektifliği üzerindeki etkisi hakkında ikiye bölünmüş olmalarını takiben 2013 senesi başlarında Mayo Clinic Kanser Merkezi ile Avusturya Meme ve Kolon Kanseri Çalışma Grubu’ nun ortaklaşa açıkladığı kanıtlar ile enzim CYP2D6 da bulunan değişimlerin tamoksifenin vücutta çalışması üzerinde anahtar rol oynadığı açıklanmıştır.
Araştırmada CYP2D6 da görülen genetik değişimlerin tamoksifen ile erken evre meme kanseri tedavisi gören kadınlarda daha yüksek bir nüksetme ve ölüm oranına yol açtığının belirlendiğini açıklayan Mayo Clinic onkologlarından Matthew Goetz, aynı zamanda bir hormon terapi uzmanı olan James Ingle, M.D., ile birlikte Clinical Cancer Research’ de yayınlanan makalenin ana yazarıdır.
Klinik araştırmada iki grup post-menopoz ve östrojen reseptörü pozitif kadını hedefleyen araştırmacılar, ilk grupta 5 yıl tamoksifen tedavisi görenleri, ikinci grupta ise 2 yıl tamoksifeni takip eden 3 yıl süresince CYP2D6 enzimine gerek duymayan bir aromataz inhibitörü olan Anastrozole’ ü kullanan kadınları ele almışlardır.
Çalışma sonuçlarında genetik olarak CYP2D6 enziminde değişim bulunan ve 5 yıl süre ile tamoksifen kullanan kadınlarda standart enzim aktivitesi bulunan kadınlardan 2.5 kat fazla meme kanseri nüksü veya ölüm görülmüştür. Orta derecede enzim aktivitesi olan kadınlarda bu oran 1.7 kat bulunmuş fakat 2 sene tamoksifen kullanımından sonra anastrozole’ e dönüş yapanlarda ise bu genetik değişim etkisini kaybetmiştir.
Tahmini nüfusun % 5 – 7 lik bir kısmının tamoksifeni zayıf metabolize ettiği düşünülerek National Institute of Health tarafından desteklenerek, National Cancer Institute ile birlikte çalışan Mayo Clinic ve Medical University of Vienna grubu enzim aktivitesinden etkilenmeyen bir alternatif geliştirme üzerinde çalışmaktadır.
CYP2D6 da değişim olup olmadığı ve tamoksifene metabolizmanın vereceği cevap bir kan testi ile anlaşılabilmekte olup ülkemizde çeşitli kurumlarda -doktorlarınızın uygun görmesi durumunda- CYP2D6 DNA Testi, CYP2D6 Polimorfizm Analizi, CYP2D6 İlaç Sensitivite Testi, CYP2D6 Genotipi yaptırılabilmekte ve tamoksifen tedavisine verebileceğiniz cevap belirlenebilmektedir.
Zindelikler Dileriz…
19 Kasım 2013 Salı
ÜÇLÜ NEGATiF MEME KANSERi TiPiNDE DAHA YÜKSEK LENF NODU METASTAZI RiSKi BULUNAMADI
18 Kasım 2013 – Oncology Practice
Ocak 2000 – Mayıs 2012 arasındaki süreçte Los Angeles Cedars-Sinai Medical Center tarafından gerçekleştirilen ve invaziv meme kanseri tanısı ile tedavisi gören 2957 hastanın katıldığı klinik araştırmada üçlü negatif meme kanseri tanısı gören grupta diğer gruplara göre daha yüksek bir lenf nodu metastazı kaydedilmediği açıklanmıştır.
Luminal A olarak kabul edilen östrojen ve progesteron pozitif fakat HER2 negatif olan gruptan 2201, her üç markeri de pozitif olan Luminal B grubundan 344, sadece HER2 pozitif olan gruptan144 ve üçlü negatif gruptan 378 kadının katıldığı çalışmada uzak metastazı bulunan, nodal örnekleme uygulanan ve neoadjuvan terapi görenler yer almamıştır.
Dr. Alexandra Gangi ve arkadaşlarının American Society of Clinical Oncology tarafından organize edilen meme kanseri sempozyumunda yaptıkları sunumda süreç içerisinde lenf nodu metastazı yaşayanların oranları ise şu şekilde açıklanmıştır; 734/2201 (%33) Luminal A, 143/344 (% 42) Luminal B, 65/144 (%45) HER2 ve 108/278 (% 39) Üçlü Negatif TNBC grubu.
Bununla birlikte gerçekleştirilen çokludeğişimli analizde ise 4 yada daha fazla lenf nodunda görülen metastazın çoğunlukla HER2 tipte (% 19) ve Luminal B’ de (% 14) görüntülendiği, oranın Üçlü Negatif ve Luminal A’ da % 9 da kaldığı, yaş (<50), tümör boyutunun (< 2 cm), tümörün lenf kanallarında bulunmasının (lenfovasküler invazyon) ve tümörün derece (grade) 2 ya da 3 olmasının belirleyicilerden olduğu açıklanmıştır.
Varılan tahminlere göre üçlü negatif tipte meme kanseri tanısı alan kadınlarda lenf nodu metastazı riski bu grup dışında bulunan türlerden daha fazla değildir.
Zindelikler Dileriz…
15 Kasım 2013 Cuma
MEYVE ve SEBZE ALIŞVERiŞiNDE ORGANiK
“Organik”
etiketinin anlamı üretimin sentetik gübre ve kimyasal kullanılmadan
gerçekleştirilmesi ve GDO’ suz, hormonsuz, antibiyotiksiz ve ışınlama /
radyasyonsuz bir üretimin sağlanmış olmasıdır. “Organik” tüketmek
harikadır fakat sağlıklı olmak için herşeyin organik olması da gerekmez
ve eğer mümkünse lokal üreticilerden taze olarak edinilecek pek çok ürün
sorunları çözer. Kıvırcık salata, marul ve diğer yeşillerin organik
olması gerekli değildir çünkü pek çok yeşil zaten oldukça temizdir.
Sadece iyice yıkadığından emin olmanız yeterlidir.
Yeşilleri
seçerken koyu olanlarına doğru (hindiba, hardal otu, vb.) yönelmeniz acı
olmalarının aslında zararlı böceklere karşı da bir kalkan oluşturması
nedeni ile daha güvenli bir seçimdir. Ayrıca içlerindeki
anti-oksidanları da unutmamak gerekir. Bununla beraber meyve alırken
kabuklarında yüksek oranda tarım ilacı bulunabileceğini göz önüne alarak
organik üretimleri tercih etmeniz gerekir.
Organik ürün bulmanız zor oluyor ise; Environmental Working Group (EWG)
tarafından 2000 – 2005 yılları arasında ABD Tarım Bakanlığı bilgisinde
gerçekleştirilen 43.000 test sonrasında açıklanan en kötüden (en yüksek
tarım ilacı içeren) en iyiye doğru sebze ve meyve sıralaması (Ürün /
Skor bazında) sizler için bir yardımcı olabilir ve altta bulunan bu
listenin ilk sıralarındaki meyve / sebzelerde soyabildiklerinizin
kabuklarını soyarak veya çok iyi yıkayarak bir önlem alabilirsiniz.
Şeftali 100, Elma 96, Dolmalık Biber 86, Kereviz 85, Çilek 83, Kiraz
75, Marul / Kıvırcık 69, Üzüm (İthal) 68, Armut 65, Ispanak 60, Patates
58, Havuç 57, Sivri Biber 55, Kırmızı Acı Biber 53, Salatalık 52,
Ahududu / Frambuaz 47, Erik 46, Portakal 46, Üzüm (ABD Yerli) 46,
Karnabahar 39, Mandalina 38, Mantar 37, Kantalup Kavunu 34, Limon ,
Kavun, Greyfurt 31, Domates, Tatlı Patates 30, Karpuz 25, Yaban Mersini
24, Papaya 21, Patlıcan 19, Brokoli 18, Lahana 17, Muz 16, Kivi 14,
Asparagus , Bezelye (dondurulmuş)11, Mango 9, Ananas 7, Tatlı Mısır
(dondurulmuş) 2, Avokado ve Soğan 1.
Zindelikler Dileriz…
11 Kasım 2013 Pazartesi
BROKOLi’ Yi BUHARDA PiŞiRMEK
A.B.D. Illinois Üniversitesi bünyesinde tamamlanan araştırmalarda brokolinin hazırlanma yönteminin potansiyel güçleri üzerinde büyük değişikliklere yol açtığı gözlemlenmiştir.
Doğal olarak içeriğinde bulunan bir fitokimyasal olan “sülforafan” kaynağı olarak oldukça değerli olan brokoli bu nedenle laboratuar testlerinde güçlü bir kanser savaşçısı olarak belirlenmiştir. Bununla beraber sülforafan oluşumu için bir enzim olan “mirosinaz” gereklidir ve mirosinaz hasar gördüğü takdirde sülforafan görev yapmamaktadır.
Üniversite araştırmacıları brokoliyi kaynatarak, mikrodalgada ısıtarak ve buharda ısıtarak farklı yöntemleri denemişler ve sadece 5 dakikanın altında buharda ısıtmanın mirosinazı korumuş olduğunu belgelemişlerdir. Kaynatılan veya mikrodalga fırına konulan brokolilerde ise süre bir dakikanın altında bile olsa enzimlerin büyük bir çoğunluğu hasar görmüştür.
Yapılan ilginç deneylerden biri brokoliyi pişirmeden yiyemeyen gruptaki insanlar için yapılmış ve pişirilmiş brokolinin yanında mirosinaz içeren herhangi bir raw-food ürünün yenilmesinin de sülforafan oluşumunu desteklediği bulgulanmıştır. Mirosinaz içeren ikinci bir çiğ gıdanın etkileşimi ile kan ve idrar seviyelerindeki sülforafan yükselmiş, brokolinin anti-kanser güçleri geri gelmiştir.
7 Kasım 2013 tarihinde “American Institute for Cancer Research” yıllık toplantısında sunumu yapılan araştırmaya göre hardalotu, turp, aragula, wasabi ve coleslaw (bir tür lahana salatası) bozulan sülforafan oluşumunu restore eden en güçlü mirosinaz kaynaklarıdır.
Zindelikler Dileriz…
BASiTÇE GENLER, DNA VE KANSER
Biyolojik
desenlerimizin talimatları kromozomlarımızda bulunmaktadır. Vücudumuz
ile ilgili her şey kromozomlarımızdaki genleri oluşturan 'DNA'larımızda
(deoksiribonükleik asit) yazılmıştır. Artık araştırmalar ile anlaşılmış
gerçekler; bazı genlerimizin bizleri hastalıklara karşı dirençli
kılabildiği ama bazılarının da spesifik hastalıklara maruz kalma
riskimizi arttırdığıdır. İlaçların işe yaraması, yaramaması ya da yan
etki olasılıkları da kromozomlarımızdaki yönetmeliklerde yazılıdır, yani
insan genetik kodu sağlık ya da hastalıkların anahtarıdır.
Kanser genlerdeki bir hasarın sonucudur ve nedeni genlerin içerisindeki
hücre büyümesini kontrol eden anahtarlamaların çalışmamasıdır. Örneğin;
aslında kapalı olması gereken bir büyüme geni kilidi kanserde açıktır ve
kanserin gelişimini engelleyici bir genetik anahtarlama bu neden ile
çalışmamaktadır. Sonuçta durağan olması gereken hücreler bölünmeye
başlar ve tümör oluşur. Bu hasarlı büyüme genlerine de “onkogen” adı verilir.
Hasar üç nedenden dolayı oluşabilir;
* BRCA meme kanseri geni gibi hasarlı bir gen ile doğmuş olabiliriz,
* Sigara dumanı gibi çevresel toksinler genlerimize hasar vermiş olabilir,
* Genlerimizin biz yaşlandıkça eskimesi ve tükenmesi yaşımız ilerledikçe kanser riskini arttırabilir.
Onkogenlerin bir anahtar olduğu bilindiğine göre de kanser ile savaşın
kazanılması için gen bazlı koruma ve tedavi üzerine çalışılmasının önemi
tartışılmazdır.
Günümüzde teknolojik gelişmelerin yardımı ve
“İnsan Genom Projesi” çalışmaları ile araştırmacılar her bir tümörün
moleküler özelliklerini tanımlamışlar ve görünüş olarak benzer tümörler
arasında bile geniş heterojenik farklar bulunduğunu gözlemlemişlerdir.
Genler, kanserde temel oyuncu konumundadırlar. Her birimizin
hücrelerimizdeki hayati merkez olan çekirdekte konumlanmış yaklaşık
25.000 adet genimiz bulunmaktadır. Çekirdekteki DNA çift heliks şeklinde
bükümlü bir moleküldür ve A, T, C, G ile belirtilen 4 çift baz ile
oluşmuştur. Gendeki bu harfler ile belirtilen sekans RNA (ribonükleik
asit) aracılığı ile spesifik bir mesaj göndererek bu mesaja uygun
protein üretimini sağlamaktadır. Eğer mesaj hatasız ise protein üretimi
de doğru olacaktır. Eğer genlerde bir bozukluk bulunuyor ise mesaj
yanlış iletilerek proteinin de üretimi hasarlı gerçekleşecektir.
Son 10 yılın en büyük keşiflerinden biri de bazı özel etkileşimlerin
tümör hücresindeki sinyali farklılaştırarak “bağımlılık” adı verilen bir
olguyu yaratmasıdır. Bu fenomenin anlamı, bu özel etkileşimlerin
sürekliliği bulundukça tümörün yaşayıp kendisini yeniden üretebilme
potansiyelinin oluşmasıdır. Bu etkileşimler pek çok şekilde olabilse de
büyük çoğunluğunu gen mutasyonları, değiştirici ve kuvvetlendirici
etkiler oluşturmaktadır.
Zindelikler Dileriz…
8 Kasım 2013 Cuma
FARKETMEK, FARKETTiRMEK
Kanser biraz hilekardır. Kabul edebilmek anlık bir duygu olsa da bu duyguyu üst üste binen ve her biri öncekinden daha derin farkındalıklar takip eder. Benzetme yapılacak olsa ne bir son durak, ne de kaybeden ile kazanan arasındaki bir savaş ya da oyundur.
Kendinizi veya bir başkasını suçlamak bilim insanlarının bile tam olarak açıklayamadığı hücre mutasyonunu açıklayamaz. Hayat bitmemiştir, ama artık farklıdır ve hiç akıldan çıkmaması gereken tek şey vardır; Herşeyden Önce Siz...
Tedavinin başarısı ve verilen cevabı etkileyen milyonlarca faktör bulunmaktadır. Yeni tanıların (özellikle genç hanımlarda) artışı bile bilim insanları tarafından açıklanamamaktadır. Bir kısmı görüntüleme teknolojisindeki hassasiyet artışına bağlarken diğer bir kesim çevresel faktörlerin artan etkisine bağlamaktadır. Sonuç; “Bazı Şeyler Olur” dur.
Bu “şey”ler olduktan sonra kurallar ve istekler varmıdır? İşte sizlerle paylaşmak istediğimiz farklı bir örnek; ABD, Idaho’ da metastatik meme kanseri ile yaşayan dört hanımın yayınladıkları kısa bir “Ortak İstek Listesi”. Umarız ilgili yerlere ulaşmıştır ve ulaştırılacaktır;
* Bizim sizlerin desteğine çok ihtiyacımız var ama bazen nasıl isteyeceğimizi bilemiyoruz ve sizin anlamanızı rica ediyoruz,
* Tanıdan sonra bizlere çok yardımcı oluyorsunuz fakat zaman ilerledikçe aslında ihtiyaçlarımızın daha da artıyor olmasını farketmiyorsunuz,
* Biz de sizleri ziyaret etmek istiyoruz fakat tek sunacağınızın “acıma” olmaması koşulu ile,
* Bazen hastalıklarımızdan da konuşabiliriz ama bunu hemen bizimle ilgilenin anlamında algılamamanızı istiyoruz,
* Bizimle ağlayabilirsiniz ama yaptığımız şakalara da beraberce güleceksek,
* Hastalığımız dışındaki pekçok şeyden konuşabiliriz ama bzim hayatımızın bir daha eskisi gibi olmayacağını lütfen unutmayınız.
Zindelikler Dileriz...
4 Kasım 2013 Pazartesi
DiŞLERiNiZDEKi KANAL TEDAViSi VE MEME KANSERi ?
Dişlerimiz
vücudumuzdaki en sert maddedir. Dişin ortasında bulunan pulpa boşluğu
ise kan damarları ve sinirleri barındıran yumuşak bir bölgedir. Bu
boşluğu sarmalayan dentin dokusunda bulunan canlı hücreler sert minerali
salgılamakla görevlidirler. Dişin en dışındaki sert mine de dentini
koruyan kılıftır.
Diş kökleri çene kemiğine doğru iner ve
periyodontal bağlar ile sağlamlaştırılır. Her dişin 1 ile 4 arasında ana
kanalı ve varlığı fazla bilinmeyen yardımcı kanalları bulunmaktadır.
Kan damarlarımız kılcal damarlara bölünerek vücudumuzun her bölgesine
ulaşır ve resimde görebileceğiniz diş tubülleri (borucuk) de buna dahil
olurlar.
Diş doktorları kanal
tedavisi uyguladıkları zaman kovukları boşaltarak içlerini “gütaperka”
olarak adlandırılan bir dolgu maddesi ile kaplar ve diş içerisinde kan
dolaşımını engellerler fakat kan dolaşımı kesilmiş olan bakteriler
tubüllerin içerisinde tüm antibiyotik ve vücudun bağışıklık sisteminden
saklanmış olarak kalmaya devam edebilirler.
Oksijensizlik ve
besinsizlik stresi ile bir zamanlar yararlı bakteriler olan bu
organizmalar dönüşüm geçirerek anaerobik ve güçlü bir virülan haline
gelmeye başlar, toksik patojenleri ile ölü dişin tubülleri içerisinde
pusuya yatarak bir yayılma fırsatı beklerler.
Bağışıklık
sistemi güçlü olduğu sürece tübüllerden kaçan herhangi bir zararlı
yakalanır ve imha edilir. Fakat kanser gibi hastalıklar nedeni ile
zayıflayan bir bağışıklık sisteminde enfeksiyon kontrolünde hatalar
meydana gelebilir ve değişik organlara göç eden bu organizmalar pek çok
yeni problem yaratabilme potansiyeline (kalp, böbrek, romatizma,
nörolojik, otoimmün gibi) sahip olurlar.
Konuyu farklı bir
açıdan incelemek isteyen Minnesota Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi
As. Profesörlerinden Dr. Robert Jones kanal tedavisi ve meme kanseri
ilişkisini incelemiştir. 300 kadını kapsayan 5 yıllık bir araştırma
sonuçları ise şaşırtıcı olmuştur. Bulgular şu şekildedir;
* Meme kanseri hastalarının % 93 oranındaki bir kısmında kanal tedavisi bulunmaktadır,
* % 7 lik bir kısmında farklı oral bir hastalık bulunmaktadır,
* Çok büyük bir oran ile vücuttaki tümörler ile kanal tedavisi veya oral hastalıklar aynı tarafta bulunmaktadır.
Dr. Jones’ un teorisi bu toksinlerin bir tümör gelişmesini
engelleyebilecek proteinleri durdurabilmesi üzerine dayalıdır ve bir
alman doktor olan Josef Issel de “terminal” kanser hastalarının % 97
sinde kanal tedavisi bulunduğunu açıklayarak teoriye destek vermiştir.
Eğer bu doktorlar ve araştırmalarda bir mantık ve haklılık payı
bulunuyor ise; bağışıklık sisteminizin desteğinin artması vücudunuzdaki
“ölü” bir parçadan kurtulmaktan geçiyor olabilir. Tavsiyemiz; diş
hekiminiz ile olan ilk randevunuzda kendisi ile bu konuyu konuşmanız ve
önerileri doğrultusunda hareket etmeniz olacaktır.
Zindelikler Dileriz…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)